Basın özgür değilse halk da özgür değildir
Başbakanın Salı çıkarmasında bu kez hedef basındı. Tutuklu gazeteciler için saydı döktü, yanlış dedi falan. Arkasından tepkiler patladı. Önce İstanbul’da Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, (TGDP) isim isim tutuklu gazetecileri yayınladı. Ardından Uluslararası Gazetecilik Örgütü, CPJ veya Türkçe tercümesiyle Gazetecileri Koruma Örgütü, Başbakan’a yanıt verdi. Gerisi de gelecektir emin olun.
Ama son günlerde yaşanan 28 Şubat tartışmaları bana Türk basınındaki çöküşü hatırlattı. Bence Türk basını 28 Şubat’tan çok önce ve hatta 12 Eylül öncesi çökmüştü. Yeni neslin hatırlayacağını sanmıyorum ama 1980 öncesi rahmetli Kemal Ilıcak’ın Tercüman gazetesi, Türk kültürüne köşeyi dönme edebiyatını sokmuştu. Onlar verdikleri hediyelerle falan halka köşeyi döndürüyorlardı. Daha sonra gazeteleri züccaciye dükkânına çeviren masa örtüsü, ansiklopedi, gözlük kampanyalarının anası da bu girişim olmuştu. 1980 sonrası tabak çanak veren gazetelerin aksine Kemal Bey, benim bildiğim kadarıyla bir okuruna çekilişle özel uçak bile vermişti.
12 Eylül ve sonrasındaki Özal’ın askeri yönetim koruması altındaki iktidarı da başta basına baskı uygulamış, gazeteler o yüzden magazine kaymıştı. Aklıma gelmişken altını çizeyim; askeri bugün düşman gören AKP’nin mimarı bazı Özal kardeşler, Turgut Bey’in asker gölgesindeki başbakanlığına nedense o zaman ses çıkarmamışlardı? Bu dönemde İzmir’den gelen Dinç Bilgin’in İstanbul’da gazete çıkarması önlenmek istenmiş ancak başarılı olunamamıştı. Mecidiyeköy’deki o iki katlı binada basılan Sabah’taki heyecanı unutamam.
Ama basında bir yozlaşma artık gözlerden kaçmıyordu. Gazeteler haber yapamadıkları için parayı ’Bal Mahmut’luk yapan köşe yazarlarına veriyordu. Astronomik rakamlarla köşe yazarı transferleri başlamıştı. Hatta bir yaz İstanbul’a geldiğimde Sabah’ta muhabirler arasında tensikat, yani adam çıkarma hazırlıkları yapılırken ben Dinç Bilgin’e üç köşe yazarı çıkarsanız 50 muhabiri işte tutarsınız deyince, köşe yazarları beni parçalayacaktı.
Şunu kabul etmeniz gerek, gerçekte Türkiye’de uluslararası anlam ve standartta gazetecilik ve habercilik kalmadı. Bakın ben Washington’da 32 yıldır gazetecilik yapıyorum. Burada bir temel kural vardır. Patronlar ve muhabir ile köşe yazarı ve gazete çalışanları bir grup veya kişiden para alamazlar. ABD Kongresi, Beyaz Saray veya Dışişleri Bakanlığı gibi bir resmi kurumdaki toplantıları izlemek için doldurduğunuz başvuru formlarındaki sorularda, gelirinizin ne kadarını gazetecilikten kazandığınız falan gibi ayrıntılı maddeler var.
Daha burada sayamayacağım bir sürü sıkı kural. Sonra burada gazeteciler bordroda başka gösterilip, aydan aya kese kâğıdında başka maaş almıyor. Gazetecilerin çalıştıkları masalar da bizimkilerin yanında falan yürek yakar. Burada yarış, habercilik alanındadır. Öylesine ajans haberciliği falan yoktur. Yoktur derken yanlış anlamayın, her gazetenin özel haberleri vardır. Gazeteler aynı haberi paylaşmaz. Birbirlerinden farklı olmak için haberi takla attırıp manşeti ve paragrafların yerini değiştirerek kullanmaz. Zaten buna ajanslar da izin vermez.
Gazeteler siyasete bulaşmaz mı? Tabii bulaşır. Ama gizli saklı değil, seçim döneminde biz şu adayı şu nedenlerle destekliyoruz diye birinci sayfadan sekiz sütuna manşetten alenen açıklayarak.
Bence Türk basını tabii ki siyasete bulaşacak, tabii ki siyasetçileri eleştirecek. Ancak öncelikle kendimizi temizlemeliyiz. Biz temiz olmalıyız ki temiz toplum isteyebilelim. Başkasını eleştirebilmek için bizim yolsuzluk ve haksızlıklardan ırak olmamız gerek. Bu da bugünkü gazete patronluğu ve patron yalakalığı sistemi ile olamaz.
Bugün içeride bulunan gazeteci sayısı, Türkiye’nin bir yüz karasıdır. Bugün içeride bulunan yeni seçilmiş milletvekilleri, Türkiye’nin bir başka yüz karasıdır. Ama biz sevgili okurum, yüzlerimiz o kadar karardı ki aynaya bakıp zenciye dönüştüğümüzü anlayabilecek kadar bile zeki değiliz.