Baban kar yağınca gelecek kızım!
Her şey, Mehmet Baransu’nun eline geçmeden sadece bir gün önce oluşturulduğu tespit edilen, 2229 belge ile 5000 sayfa belge içeriği, 19 cd ve 10 ses kasetinin kayıtlı olduğu 4 DVD’nin Taraf gazetesindeki -muhtemelen zamanı durdurma kabiliyetine sahip İvi’yle aynı sülaleden olan- ilgililerce yarım günde taranıp, sorgulanıp, doğruluğu teyid ettirilip(!) yayınlanmasıyla başladı! (Avukat İhsan Nuri Tezel sadece ses kasetlerinin dinlenmesinin 12 saatten fazla sürdüğünü söylüyor!)
Bu “belge”ler, sanıklarla ilişkilendirilebilecek bir yerde ele geçirilmemiş olmasına, bilirkişilerin “üst veri yolları”nın çok basit yolla değiştirilebileceği, bilgisayar kullanıcı adlarının gerçek kişilerle ilişkilendirilemeyeceği uyarılarına rağmen ilk etapta 165 subayın tutuklanmasına sebep oldu.
2002 yılı Kasım ayında alındığı iddia edilen “darbe” kararı doğrultusunda hazırlanıp, 5-7 Mart 2003’te 1. Ordu Komutanlığı’nda yapılan seminerde denendiği iddia edilen “plan”larda savunma avukatları şu ana kadar “1570 ADET SAHTECİLİK VE TUTARSIZLIK” tespit etti ve bunları bilirkişi raporları ile belgeledi!
Buna göre; mesela “Milli Mutabakat Hükümeti” denen belgede 2005 yılında yapılan bir kongrenin kapanış tebliği vardı... Mesela “darbecilerin” “Güvenilir Emniyet Genel Müdürlüğü Personeli” olarak fişlediği Emniyet Müdürleri, söz konusu illere, iddia edilen tarihten yıllar sonra tayin edilmişti. Bombalanacağı iddia edilen Fatih Camii çevresini tarifte kullanılan sokak isimleri “bombalama planı”nın yapıldığı iddia edilen tarihten yıllar sonra değiştirilmişti. Aynı şey “isim değişikliği” yapan bir çok dernek, hastane, vakıf için de geçerliydi...
Bir hukuk devleti adına en trajik olanı, bu tutarsızlıkları belgelemek üzere ilgili kurumlarla yapılan yazışmaların “sanıkların lehine” cevapları, tam 11 ay boyunca savunma avukatlarından “saklandı.”
Dolayısıyla, birçok Balyoz sanığı gibi “mahkeme”ye güveni kalmayan Deniz Kurmay Albay Mehmet Örgen
“Bu mektubu yazmamın sebebi size çarpıcı hikayemi anlatarak, bu davada ne seviyede bir haksızlık yapılabileceğini göstermek, benzer şekilde hikayeleri olan Hasdal’da, Hadımköy’de, Maltepe’de ve Silivri’de adalet bekleyen emekli/muvazzaf subaylar olduğunu ifade etmek, Balyoz denilen davanın ne kadar meşru olduğuna dikkatinizi çekmektir” diyor.
250 gündür tutukluyum
35 yıl önce Deniz Lisesi’ne 17. sıradan giren ve kadere bakın ki şimdi Balyoz-2 davasının 17 numaralı sanığı olan Örgen, 250 gündür tutuklu olan bir subay, bir eş, bir oğul, bir kardeş, bir baba olarak bakın nasıl anlatıyor yaşadıklarını:
“Hiç tanımadığım bir emekli albayın oğlunun Eskişehir’deki evinde bulunan bir flaş bellekte tespit edilen ve yazım tarihi 11 Aralık 2002 olarak görülen 7 satırlık bir dijital notun altına birileri ismimi yazdığı için 4 Temmuz 2011 tarihinde tutuklandım. (...) Sözde dijital kaydın yazdıldığı tarihin iki yıl öncesinden (17 Ağustos 2001) başlayarak iki yıl sonrasına (9 Ağusyos 2005) kadar, on bin km uzaklıkta Amerika’da ailem ile birlikte ikamet ettim. Hatta bu dijital kaydın 11 Aralık 2002 günü 14.28’de üretildiği anda, NATO tarafından görevlendirildiğim için komplocuların tespit edemediği şekilde ikamet yerimde Amerika’da olmayıp, Almanya’da NATO kursunda derste idim. (...) Bugüne kadar dinlenen 365 sanık ve 30 tanık da benim ile ilgili en ufak bir girdi de bulunmamıştır.
4.5 yaşındaki kızım benimle konuşmuyor
Ben sekiz aydan fazladır evime niçin gidemediğimi delikanlı olduğunu düşündüğüm 12 yaşındaki oğluma anlattım, “Baba sen benim kahramanımsın” diyor. Ancak 4.5 yaşındaki kızım bunu anlamıyor, anlayamaz da. Eve gelmiyorum diye, haftada on dakika olan telefon hakkımdan küsüp konuşmuyor benimle. 4 Temmuzda tutuklanınca annesi ona bir hedef koyabilmek için “Kar yağınca gelecek” demiş, tabii ki 6 ay var kar yağmaya böyle haksız bir tutuklama için çok uzun bir süre diye düşünrek. İki ay önce kızım telefonda çok mutlu idi “Baba Ankara’da kar yağıyor geleceksin değil mi” dedi. Ben sesim düğümlenerek “Kızım İstanbul’da daha yağmadı” diyebildim.
Geçen hafta eşim kızımı bir köşede ağlarken görmüş ve sormuş niçin ağladığını. “Karlar eriyor babam hala gelmedi gelmeyecek galiba” diye cevap vermiş.
Merhamet istemiyorum, acıma istemiyorum, haksızlığa isyan ediyorum. Bu yavrucuklara böyle bir travmayı yaşatanlar, sevgiye en ihtiyaçları oldukları dönemde sevgiden mahrum bırakanlar, biricik kıymetli eşime bütün bunları reva görenler, anamı ve kardeşimi gözyaşlarına boğanlar, en üretken olduğum dönemimde beni özgürlüğümden, sevdiklerimden, mesleğimden ayıranlar bu anlattıklarım sonrasında vicdanınız hala rahat mı!”
Siz de okudunuz... Ne dersiniz adalet gibi vicdan da birgün herkese lazım olmayacak mı!
TGC “Şeyh’ül-muhabirin”e rozetini attırdı
Bir gün biri gelip de 70 yıllık gazeteci Şemsi Sılkım, taşımaktan gurur duyduğu Türkiye Gazeteciler Cemiyeti rozetini fırlatıp attı deseler, “rüyadır o rüya” der, kendine gelmesi için sağlam bir çimdik atardım bu haberi getirene!
Ama aynen öyle oldu; TGC’nin, iktidar cephesinden Yeniçağ’a dönük olarak uygulanan ambargolara sessiz kalması, muhalif gazetelerin uğradığı haksızlıklar karşısında görev savmak kavlinden çıkardığı cılız sese karşın, yandaşlara “gözünün üstünde kaşın var” dense kükrer olması üzerine yazdığım yazılardan konuşuyorduk. Bir anda ayağa fırladı, “olmaz böyle şey” dedi ve yakasındaki rozeti çıkarıp attı. Şemsi Sılkım’ı tanıyanlar onun kolay kolay bu isyan noktasına sürüklenmeyeceğini iyi bilirler. Bu yüzden TGC ve Orhan Erinç’i özellikle tebrik etmek istedim. Olmazı oldurup, “şeyh’ül-muhabirin” diye anılan bu “usta” gazeteciyi küstürmeyi başarabilmek en olmaz şeydi; becerdiler...
Sılkım’ın bugün “Nasıl böyle değişebilir, onun gibi biri Başbakan’dan nasıl bu kadar korkabilir...” diye tepki gösterdiği TGC Başkanı Erinç’i ne çok sevdiğini bilseniz, o rozeti fırlatmasının basit, anlık bir öfkenin eseri olamayacağını, yaşadığı hayal kırıklığının boyutunu daha iyi anlardınız.
İlk muhabirlik yıllarından tanıyor Sılkım Erinç’i. Yıllarca Çemberlitaş’da bu gün yıkılarak tarihe karışmış Belediye Binasında birlikte çalışmışlar. “Usta” diyormuş Erinç Sılkım’a. Nitekim kitabını da böyle imzalamış;
“Ustaya...”
Sılkım da hep takdir etmiş Erinç’i, TGC Başkanlığı’na yeniden seçilmesini seviçle karşılamış. Hakkında övgü dolu yazılar yazmış.
Şimdiyse, TGC’yi idare tarzını gördüğü Erinç aynı Erinç mi diye hayrete düşmüş vaziyette!
TGC Başkanı olarak, birçok çalışanı TGC üyesi olan bir gazetenin günlerdir devam eden seslenişine cevap vermeye tenezzül etmiyor ama, belki “öğrencisi” olduğu “ustası”nı arayıp neden olduğu tahribatı onarmaya çalışır Orhan Erinç!..
Genel Başkan’sız çekmem abi
CHP mitinginin başlamasına saatler var, onbinlerce insan saatlerdir Ankara’nın göbeğinde nümayişte. AA’dan tek kare resim yok. Birinci sayfa için toplantıya girmeden önce arayıp soralım dedik:
- CHP mitinginden resim geçmeyi düşünüyor musunuz?
Cevap:
- Hele bir Genel Başkan gelsin de, ondan sonra çekecek, geçecek arkadaşlar!
Bu cevap miting resmi diye ne geleceğini belli etti! Kalabalığın mümkün olduğunca gizlendiği birkaç Kılıçdaroğlu karesi!
Aynı mitingi AKP yapıyor olsaydı, AA, bayrakları, flamaları, çoluğu, çocuğu, kadını, erkeğiyla alanı dolduranları, balonları, konfetileri, dövizleri, ne bileyim işte “görkem” algısı yaratacak her bir detayı, mümkün olan her açıdan görüntüleyip saatler öncesinden meteor gibi yağdırır mıydı, yağdırmaz mıydı?
Suriye’nin “Misak-ı Milli”si(!)
Esad’ı Esed yaparak yabancılaştıranların, Suriyeli isyancıların Misak-ı Milli hazırladıklarını yazarak yakınlık oluşturmaya çalışmaları, Davutoğlu’nun Bingazi’yi Ankara Hükümeti ile özdeşleştirmesine benziyor.
1. Bir ülkenin Misak-ı Milli’si işgalci devletlerin sponsorluğunda düzenlenen toplantılarda mı yoksa Erzurum ve Sivas Kongreleri gibi işgalcilere karşı mücadelenin yol haritasının çizildiği yerlerde mi hazırlanır?
2. Bağımsızlık için verilen Türk Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu ile emperyalizmle yapılan kuklalık sözleşmesi arasında nasıl bir benzerlik olabilir!
Balyoz Hakimi’nden tehdit...
...Kıdemli ceza avukatı Celal Ülgen usul hakkında söz istedi. Mahkeme Başkanı bu talebi duymazdan gelince, Celal Bey ısrarcı oldu ve “Söz talep ediyorum. Konuşturmak zorundasınız” dedi.
Mahkeme Başkanı da bunun üzerine, Ülgen’e döndü ve “Konuşturmazsam ne yapacaksın” diye çok anlamlı bir soru sordu.
Bu anlamlı soru, “Konuşurum”, “Konuşturmam” savaşına dönüştü...
Sonunda Başkan Bey, Celal Ülgen’i salondan attırmakla tehdit etti. Ülgen, “Attırın o zaman” diye direnince, Mahkeme Başkanı duruşmaya beş dakika ara verdi.
Bu arada tutuklu sanıkların oturduğu bölümden ve seyircilerden tepkiler yükselince; Mahkeme Başkanı’nın, “Konuşun, konuşun... Bunlar size geri dönecek” dediği duyuldu.
Bu tehdit, sanıkları, izleyicileri ve avukatları daha da sinirlendirdi. Mahkeme Başkanı’nın kulağı çok iyi duyuyor olmalı ki, o gürültüde sanıklardan birinin kendisine, “Şerefsiz” dediğini iddia etti ve bunu tutanaklara geçirtti.
***
...Avukatların bir bölümü aradan sonra duruşma salonuna hiç dönmezken, dönenler adına genç avukat Hüseyin Ersöz söz aldı ve Başkan’ın tutumunu eleştirdi. Ayrıca Celal Ülgen’in salona alınmasını da talep etti.
Başkan, az önce Celal Ülgen’le yaşadığı polemiğin aynısını bu kez Hüseyin Ersöz’le yaşadı ve onu da “zorla” dışarı attırma kararı aldı.
Bunun üzerine tüm sanık avukatları toplu halde salonu terk etti.
On beş dakika sonra da “reddi hâkim” kararı aldıklarını açıkladılar.
***
Başkan, ortalığın durulmasından sonra birkaç sanığa söz verdi.
...Sanıklar; hâkime, “Lehimize olan bilirkişi raporlarını dosyaya neden almıyorsunuz? Savcılık iddianamesine göre bizim darbe yapmamızı engellediğini söyleyen Aytaç Yalman’ı neden aylardır tanık olarak dinlemiyorsunuz?” gibi son derece net sorular sordular.
Hatta bir başka sanık, “Sunum yapmak için kürsüye gelebilir miyim?” dedi...
Ne ilginçtir ki; daha on beş dakika önce, onca gürültüde kendisine “Şerefsiz” denildiğini duyduğunu iddia eden Mahkeme Başkanı, bu son derece net soruları duyduğunu ve anladığını belli eden bir imada bile bulunmadı.
***
Aylar önce hukuk profesörlerine bir çağrıda bulunmuş ve “Tüm öğrencilerinizi Silivri’ye getirin. ‘Bir yargılama nasıl olmamalı?’ sorusunun yanıtını, uygulamalı olarak burada öğretebilirsiniz” demiştim...
Şimdi tiyatro hocalarına sesleniyorum:
Siz de tiyatro oyunculuğu eğitimi alan öğrencilerinizi Silivri’ye getirin ve duruşmaları izletin: Dünyanın en trajikomik oyununu izleme şansını onlardan esirgemeyin!
Mustafa Mutlu / Vatan
Devlet, Ergenekon muhbiri Tuncay Güney’in yerini bilmiyormuş. Nasıl olur?
“Eliyle koymuş” gibi bilmeliydi!
Fahrettin Fidan / Milliyet (Açık Pencere)
Bari çocuklarınızı vermeyin
Hukuku, yargıyı, adaleti verdiniz...
Aydınlarınızı, yazarlarınızı, çizenlerinizi, hocalarınızı, askerlerinizi, medyanızı, sendikalarınızı, sivil toplum örgütlerinizi, üniversitelerinizi...
Sesinizi, soluğunuzu, umutlarınızı verdiniz...
Demokrasiyi verdiniz...
Cumhuriyet ilkelerini, kurumlarını verdiniz...
Atatürk’ü bile verdiniz bre...
Sesiniz çıkmadı...
Bari çocuklarınızı vermeyin...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet
“Şeyini şey ettiğimin şeyi”ne rahmet okuttu
Nasılsa sallamaz ama Sayın Başbakan Vekilimize mesaj yollayacağız. ’Şeyini şey ettiğimin şeyi’ne rahmet okutacak yeni çıkışta bulundu. Son seçim bölgesi Bursa’nın mahalli basını ve yerel gazetecisine zılgıt çekti. ‘Bana çakılmaz arkadaş. Ayağını denk al.’
Bu çıkışı birlikte yorumlayalım. İki şıklı hale getirip ÖYS sorusuna dönüştürelim:
a) Ne yapıp edip, Başbakan’ı 22 Nisan’daki AK Parti Bursa İl Kongresi’ne getirecek.
b) Eğer Erdoğan’ı getiremezse, bu manşeti atanların ayağına sıkacak.
Tercihinizi bekliyoruz. Üçüncü olasılığınız varsa, onu da istiyoruz
Burhan Ayeri / Akşam