Babalar Günü’nde bir “anne” mektubu
“Balyoz” davasından hükmen tutuklu Jandarma Kurmay Yarbay Hüseyin Topuz’un eşi gönderdi aşağıdaki mektubu. Üzerine kuracağım hiçbir cümle, -hele de bir annenin kalemiyle aktarılıyorsa- “gerçeğin yalın hali” kadar etkili olamaz. Dolayısıyla ben susuyorum; buyrun okuyun. “Hüküm sırası size geldiği gün” vicdanınız etkinleştirir belki:
***
“Yaklaşık olarak 28 aydır eşinin niçin cezaevinde olduğunu bilmeyen, ikinci çocuğunun hemileliğinin son günlerini tutuklama sebebiyle yalnız geçirmiş, sadece ayda birer saatlik görme inkanına sahip oldukları babalarının neden yanlarında olmadığını açıklamaya çalışan bir anneyim.
Babalarını bir saat görmeleri için gece yarıları otobüsle İstanbul’a yaptığımız bitmek tükenmek bilmeyen yolcukların yükünü nasıl taşıdığımızı, çocuklarımızın acılarıyla nasıl ezildiğimizi, onları bir an olsun güldürmek için her türlü çabaya rağmen çaresiz kalışımızı, yaşamayanın anlaması mümkün değil.
Babalarını özlemle ziyarete gitmek için kilometrelerce yolu tepen çocuklarımızın, aslında paylaşamadıkları pek çok şeyi unutup da söyleyemediklerinde nasıl öfkelendiklerini ve demir kapı sesleriyle korkup sinip sustuklarına şahit olduk bu süreçte.
Çocuklarım terk edildiğimizi sanıyor...
Benim çocuklarım, babalarının onları terk ettiğini sanıyorlar ve onları sevmediklerini. Çocukça bir oyunu bile paylaşamadıkları bir adam var karşılarında. Öylece suskun, durgun ve çaresiz olan, herhalde ismi “baba” olduğu için öyle seslenilen biri diye zannediyorlar. Bunları çocuklara anlatmanın ne bir yolu, ne bir ilmi, ne de bir sanatı var ne yazaık ki, bizler de yaşayarak öğreniyoruz bu çıkmazları.
(...)
Ankara’dan İstanbul’a, otobüste kızımı emzirerek, oğlumu ikna etmeye çalışarak, cezaevinin kapısında buz gibi bekleme odasında bekleyip, babalarını bir saatliğine de olsa görüştürmek için gidip geldim, yorgun argın işime geri döndüm, ne ağladım, ne sızladım, ne de kimseden yardım ya da destek istedim. Yüce rabbimin adaletine, yüceliğine, birliğine sığınarak, dualar ederek, mağduriyetimize ve masumiyetimize elbet ilahi bir karşılık bulacağına inandığımdan bütün bu zorluklara katlandım ve katlanmaya devam edeceğim.
Babasından ayrı büyüyen yavrularımın yaşadığı bu mağduriyetlerin telafisi mümkün olmayacak. Doğduğunda babası yanında olmayan, bir kerecik dahi olsa babasına sarılıp yatmayan kızım, görüş sonrasında elinden tutup babasına “hadi sen de bizim eve gelsene” diyecek kadar büyüdür artık. Yaşadığımız olaylar sebebiyle üç yıldır ertelenen “oğlumun sünneti” tıbbi nedenlerle artık yapılmak zorunda. Babasız bir sünnet düğününün, bir erkek çocuğunda yaratacağı travmaları da göz önüne aldığımızda, bu işin içinden nasıl çıkacağımı bilemiyorum.
Ahımızı aldılar
Devlet içinde bir nevi devlet olmuş özel yetkili mahkemeler, BALYOZ’u sadece kocalarımıza değil, başta eşleri ve çocukları olmak üzere tüm sevdiklerine indirdiler. Bu komplo ve kurgularla, masum insanların ve sevdiklerinin ahını aldılar. Bunun altından nasıl kalkarlar bilemem! Bizler en azından çoluk çocuğumuzun yüzüne, masumiyetimizden aldığımız güçle rahatlıkla bakabiliyorken, onlar ne yapıyorlar onu da bilemem!
Eşlerimize düşman askeri muamelesi yaparak, düşman ceza hukukunu uyguladılar. Yağdırdıkları cezalarla, eşlerimizi “şehitlerimiz” gibi toprağa değil, dört tarafı dikenli tellerle çevrili beton zindanlara gömdüler. Bu bir terörist saldırısından daha acımasızdı, çünkü bunu hukuku kullanarak yaptılar.
Tüm bu saldırılar esnasında, “hukuka saygılı” ama “durumdan kaygılı” olan komuta kademesi ne yapıyordu? Oğlunun yaşadığı haksızlık ve hukuksuzluklara daha fazla yüreği dayanamayan kayınvalidemin 4 Ocak 2013’te İstanbul’daki cenaze törenine, eşimin şehir dışından gelen birkaç devre arkadaşı haricinde silahlı kuvvetlerden kimse katılmadı. Bırakın cenaze törenine katılmayı, yaratılan korku imparatorluğunun bir ürünü olsa gerek, telefonla başsağlığı dilemekten aciz bir kurumun mensubu olmaktan duyduğu acı kadardır eşimin annesini kaybetmiş olmasının verdiği acı.
İşte tüm yaşanan bu acılara rağmen, ben yine gelecekte çocuklarıma hem annelik hem de babalık yapmanın verdiği gururla, masumiyetimizin ve mağduriyetimizin de bize verdiği güçle başım dikdim yürüyeceğim...
Eylem Topuz
Balyoz Davası Mağdur Eşi”
Siz hiç, haketmediğiniz halde böyle bir özlemi yaşamak zorunda bırakıldınız mı?
Bu mektup da Hadımköy Askeri Cezaevi’nden:
“(...)
Hasdal’daki tutsaklık günlerim başladıktan sonra, açık görüşe gelen küçük çocukların, babalarından ayrılmak istememelerine defalarca şahit oldum. Bu durumda yapabileceğiniz iki şey vardır:
Babasını bırakmak istemeyen yavruyu bir şekilde kandırmak ve bu haksızlıklara sebep olanlara beddua etmek.
Bir gün, silahlı bir Mehmet’in durduğu kapının ardında ziyaretçilerimizi bekliyorduk. Karşıdan gelmekte olan ziyaretçilerin en önünde, dört yaşlarında bir çocuk vardı. Kapıya henüz 20 metre kadar mesafede idiler ki, Mehmetçik kapıyı yavaş yavaş açmaya başladı. Bizim taraftaki kalabalığın içinde babasını seçen çocuk büyük bir hevesle ve yüzünde çok net anlaşılan bir özlem duygusuyla koşmaya başladı. Daha birkaç adım koşmuştu ki, küçük ayağı bir taş parçasına takıldı ve yere kapaklandı. Babası, bu ani kazayı sezdiği gibi yavrusunu yerden kaldırmak için demir parmaklıklar hattını süratle geçti ve kaptığı gibi kucağına aldı çocuğunu. Silahlı Mehmet, kendisine verilen emirler gereği bu mahkûm babayı durdurmalıydı; aslında yeltendi böyle bir hareket için ama insanlık adına doğru olmayacağını anlayıp hemen vazgeçti. Babasını en az bir aydır görememiş olan çocuk ise, bir taraftan dizleri ve kollarında oluşan sıyrıkların acısıyla sızlanıyor, diğer taraftan ise babasını her yerinden olanca gücüyle kavramaya çalışıyor, öpüyor, kokluyor, dinmek bilmeyen bir özlemle sımsıkı sarıp sarmalıyordu. Çok kısa bir süre içinde gelişen bu durum, şahit olan herkesin duygu yüklü anlar yaşamasına neden oldu. Bu miniğin yaşadığı fiziksel acı, uzun süredir yaşamakta olduğu manevi acının yanında hiçbir öneme ve önceliğe sahip olamazdı.
(...)
Tutsaklığı 30 Eylül 2012 tarihinde başlayan Hv.P.Kur.Alb. Hüseyin Dilaver için daha değişik bir durum söz konusuydu. 28 Mart 2013 tarihinde ikinci defa baba olan Dilaver, minik Beril’ini üç haftalık olana kadar göremeyecek, öpüp koklayamayacaktı. Tatbikat veya yurt dışı görevinde dahi olsa asker bir kişi yeni doğan bebeğini birkaç gün gecikmeyle görebilmekteyken, Alb. Dilaver için böyle bir hak söz konusu olamayacaktı. Yavrusu ile ilk buluşma için kendisini hapiste ziyaret etmesini, doğumundan sonra üç haftaya uzanan büyük bir özlemle beklemek zorunda kalacaktı. Siz hiç, haketmediğiniz halde böyle bir özlemi yaşamak zorunda bırakıldınız mı?
(...)
Murat Saka
Dz. Kur. Alb.
Asrın İftirası Balyoz Davası Tutuklusu”