Azerbaycan'a ihanet
Stratejik Derinlik kitabında Karabağ işgalini “Türkiye’nin soğuk savaş sonrası dönemde karşı karşıya kaldığı en büyük kayıp” olarak tanımlayan Davutoğlu’nun yazdıklarını okuyanlar, yaptıklarına “ihanet” demez mi?
Çatışmalar sonucunda Azerbaycan’ın yaklaşık beşte birinin Ermeni işgali altına girmiş olması Türkiye’nin soğuk savaş sonrası dönemde karşı karşıya kaldığı en önemli stratejik kayıptır. (Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s.127).
Azerbaycan demek bu ölçüde önemli. Sadece siyasi değil, ekonomik açıdan da önemli.
“Azerbaycan’daki zengin petrol, doğalgaz, kobalt ve demir piriti kaynakları göz önüne alındığında, bölgenin jeostratejik önemi daha da açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.” (Ahmet Davutoğlu, a.g.k., s.464).
“Azerbaycan bölgede güçlü bir konum kazanmadıkça, Türkiye’nin bölgede ağırlığını arttırabilmesi de,(...) mümkün olamaz”. (Ahmet Davutoğlu, a.g.k., s.128).
Vay canına, varsa yoksa, Azerbaycan.
Demek ki, Ermenilerle yakınlaşmada Davutoğlu en çok Azerbaycan’a dikkat ediyor.
Yazdıklarından bu çıkıyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kitabı Stratejik Derinlik, onun düşüncelerini yansıtıyor. Şimdi kitapta yazdıkları ile bakan olarak yaptığı birbirini ne kadar tutuyor, soru bu.
Davutoğlu Ermeni protokolünü anlatmak için, parti liderlerini dolaşırken aynı vurguda bulunuyor.
Örneğin, DP lideri Hüsamettin Cindoruk’a aynen:
“Protokolü Meclis’e göndermeyeceğiz, makul süre bekleyeceğiz.
Ermeniler’in Karabağ’ı
işgali bitmezse, protokolü bekleteceğiz”.
Ermeniler’in Karabağ işgalini Türkiye’nin en büyük kaybı olarak gördüğüne göre, kitabında öyle yazıyor, liderlere de bu güvenceyi verdiğine göre, bu saatten sonra protokolün Meclis’ten geçmesi için, işgalin kalkması şart. Bu, Davutoğlu’nun koyduğu şart.
Azerbaycan bizim için vazgeçilmez. Kitapta öyle yazıp, tersini uygulamak stratejik derinlik üstadına pek
yakışmaz.
Dolayısıyla, bu protokol bekler. Ne zaman ki, Ermeniler Karabağ işgalini kaldırır, protokol o zaman yürürlük kazanır.
Aksi halde, millet “koca profesöre bak, öyle yazıyor, ama böyle yapıyor” diye dalgasını geçer.
Dalga bir yana, bu Azeriler’e ihanet olmaz mı?
* Yalçın Doğan / Hürriyet
Boşuna “Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma” dememişler...
++++++
Köyün delikanlıları pek memnunlar...
Dünya bizi konuşuyor... Sorunları tarihe gömen protokolü alkışlıyor... ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na, “Sizi bu cesaretinizden dolayı yürekten kutluyorum” dedi. Yabancı basın, “Nobel Ödülü Türkiye ve Ermenistan’ın olmalı” diye yazıyor...
Delikanlı, komşu köyden fingirdek bir kıza takılmış. Anasının itirazları fayda etmemiş. Delikanlı kızla evlenmiş. Bir süre sonra komşular sormuş:
- Eee, Hatice bacı, nasıl, senin oğlan gelinden memnun mu?
- Valla, benim oğlanı bilmem emme, demiş kadın, bizim köyün delikanlıları pek memnunlar!
* Melih Aşık / Milliyet
++++++
Düğün kısmetse 24 Nisan’da
Ermenistan’la nişanlandık.
Görücü usulüyle...
5 çöpçatan var.
Biri, Avrupa Birliği...
Parlamentosu soykırımın hamisi.
Biri Fransa, soykırımı tanıyor.
Biri İsviçre, soykırımı tanıyor.
Biri Rusya, soykırımı tanıyor.
Biri ABD...
Obama Hawaiili, Hawaii soykırımı tanıyor, Illinois senatörüdür kendisi, Illinois soykırımı tanıyor, Beyaz Saray’daki komşusu Soykırım Müzesi... Yardımcısı Joe Biden, Delaware senatörü, zaten tanıyor dalavereyi... Temsilciler Meclisi Başkanı, California’nın diaspora mahallesinden... Yüzükleri takan Hillary abla desen, New York senatörüdür, ki, New York’un yanı sıra, Alaska’daki penguenler dahil, 43 eyalet soykırımı tanıyor.
E bakıyoruz...
Bu arkadaşlar bizi alkışlıyor!
“Allah tamamına erdirsin” diyor.
Çünkü, o nişandaki hatıra fotoğrafında, soykırım muradına eremeyen bi, biz kaldık.
Ve, sevenleri ayırmak istemem ama, sırf bu nişan töreni bile, bizim soykırım yapmadığımızın kanıtıdır... Çünkü, bu kadar saftirik bir topluluğun, soykırım moykırım yapabilmesi teknik olarak mümkün değildir.
En azından hafıza kaybı ve şuur problemi olduğu için, cezai ehliyeti yoktur.
* Yılmaz Özdil / Hürriyet
++++++
Bölgesel pazarlığın utangaç bir ifadesi
İyi dileklerin ifade edilmesine bile olanak vermeyen bu tuhaf “uzlaşma” zeminine inanmak için bir nedenimiz bulunmuyor.
1992’den beri, Minsk grubu içinde ataletle yürütülen görüşmeler, AKP iktidarıyla birlikte aniden hızlandırıldı. Temmuz 2008’de, Amerikan yahudi lobisinin başlıca örgütü B’nai Brith’e bağlı ADL (İftiralara Karşı Birlik) temsilcileri ülkemize geldiler ve başta Abdullah Gül olmak üzere Türk yetkililerin yüzüne karşı, “Ermenistan’la ilişkileri geliştirmede etkin ve yaratıcı olunmasını” önerip “Ermenistan’ın selametiyle yakından ilgilendiklerini” anımsattılar. Ağustos 2008’de Rusya’nın Gürcistan’ı sindirmesiyle birlikte, ABD-İsrail’in Ermenistan’ı cezbetme gereği aciliyet kazanmış, Gül ise aynı yılın Eylül ayında Ermenistan’a maça giderek beklenen “yaratıcılığını” göstermiş oldu.
Protokollerin imzalanmasında hiçbir önkoşul kabul etmeyeceğini duyuran Serj Sargsyan, Dağlık Karabağ konusundaki imalara bile tahammül göstermeyerek istikrarlı bir tutum sergiledi. Durumun kriz boyutuna varması üzerine, Türk basınının ortak putu Ahmet Davutoğlu’nun, Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’a da danışarak konuşmaların iptali önerisi getirdiğini öğreniyorduk.
Azeri tarafı buradaki demagojileri saptamada gecikmedi.
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, AzTV’ye 10 Ekim akşamı verdiği demeçte, basit ama geçerli bir mantıkla, “Türkiye’nin sınırı kapatmasının nedeni Dağlık Karabağ sorunu olduğuna göre, sınırı açması kaçınılmaz olarak Dağlık Karabağ davasını terk etmesi demektir” yollu konuşarak bu tuhaf yakınlaşma sürecini mahkum ediyordu.
Her kesimden Türk basını ise, AKP diplomatlarının bir ABD tasarısına daha imza atmış olmasının sevinciyle, herkesin gözü önünde verilen bu açık tavizleri bile okuyucusuna duyurmakta isteksizlik ve acz gösterdi.
İki kifayetsizin müsameresi
Büyük olasılıkla AKP, protokollerin imzalanmasına dek, gizli görüşmelerde Ermeniler’e “önkoşul olmayacağı” güvencesi veriyordu.
Novosti Armenii’nin gözlemcisi Gagik Bagdasaryan’ın, henüz 1 Eylül tarihli değerlendirmesinde, “Şu son derece belirginleşti: Türkiye, en azından kağıt üzerinde, ikili ilişkilerin düzenlenmesi konusunda her türlü önkoşuldan vazgeçiyor ve Azerbaycan’ın çıkarlarına göre davranmayacağını gösteriyor” sözlerini sarfetmesi, tahminlerimizi doğrular niteliktedir.
Özetle, uzun yıllar kapalı kapılar ardında hazırlanan, basında hararetle tanıtımı yapılan gösterinin, perde arkasından verilen sufleleri bile kekeleyerek yineleyen iki kifayetsiz oyuncunun müsameresinden ibaret olduğu ortaya çıktı.
Hükümetlerin kendi halklarından köşe bucak kaçırarak yaptıkları bu dostluk protokolleri, büyük devletlerin bölgesel pazarlıklarının utangaç bir ifadesi.
* Barış Zeren / Odatv.com
++++++
DOLMABAHÇE SENDROMU
Baykal “iddianamesi” ile mi buluşacak
5 Mayıs 2007 tarihinde Dolmabahçe’de o dönemin hızlı Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile buluşmuştu. Fikri Sağlar’ın iddiasına göre; Erdoğan, Büyükanıt’ın önüne bir dosya koymuş; ‘Bak, ileri gidersen sen de Oramiral İlhami Erdil gibi haksız mal edilmekten hapse girersin!’ demişti. Lakin; bundan sonra, sert genelkurmay başkanı, çok yumuşak bir general haline gelmişti. ABD güdümlü Taraf Gazetesi’nde yazan Prof. Mithat Sancar, ‘Ergenekon davası açılmamış olsaydı Kürt açılımından söz edilemezdi!’ diye görüş açıkladı. Başbakan Erdoğan’ın 2007 yılından beri CHP ile Ergenekoncular arasında bağ olduğunu ima ettiğini biliyoruz. Mustafa Balbay, gözaltına alındığı gün, Baykal, Erdoğan’a şöyle cevap veriyordu: ‘Bana; dur daha Ergenekon’da neler çıkacak diyor. Çıkan çıkar da çıkacağını sen Başbakan olarak nerden biliyorsun? Nelerin çıkacağını sen mi biliyorsun, sen mi kararlaştırıyorsun?’ Bu yüzden diyorum ki Başbakan Erdoğan; Büyükanıt’a çektiği dosyayı Sayın Baykal’a da çekebilir... Mesela, ’Ergenekon savcıları hakkınızda şöyle bir dosya hazırlamışlar; bir göz atsanız iyi olur!’ diyebilir.
* Rıza Zelyut / Güneş
++++++
Neredeyse siyasi sığınma talep edecekti
Florence Nightingale Hastanesi’nin önü fıkır fıkır “sendikacı” kaynıyordu. Genel Başkanları’nın üzerine yağdırılan kurşunları, hanidir aradığı forveti Güney Afrika dolaylarında bulan takım taraftarının coşkusuyla karşılamışlardı. Çelebi soyunma odası, pardon hastane odasından çıkar çıkmaz tezahürat başladı:
“İnadına sendika, inadına DİSK”, “İşte sendika, işte Çelebi”...
Ne yapsaydı yani?
Tribünlerin kendisinden beklediği iki şık hareketi çekip, istirahatgahına kadar omuzlarda taşınmak varken... “Muhalif kulüp yöneticisi” gibi “Hayır, hayır o aslında Afrikalı değil. Meteoroloji önümüzdeki birkaç ay yağış beklenmediğini duyurunca, biz de kongreye kadar hem taraftarın gözünü, hem de bizim eski forvetin yüzünü boyayalım dedik” mi deseydi. Sendika yöneticileri, “Çelebi ile geçmiş yıllarda halı ticareti yaptıklarını, 1995 yılından kalan 175 bin mark alacağını tahsil edemediği için bu yola başvurduğunu” itiraf eden zanlının, Emniyet Müdürü’nün, Vali’nin, İçişleri Bakanı’nın bütün ifadelerine rağmen, “şahsi” olduğu vurgulanan saldırıyı “siyasal bir dava”ya dönüştürmek için vargüçleriyle çalışmış, suikastten suikaste biraraya gelen kitlenin üzerindeki ataleti söküp atmasını, eyleme geçmesini sağlayacak işaret fişeğini ateşlemişti.
Bir kalabalığa baktı, bir bacaklarına. Başına gelen ile geldi farzedilen arasında gitti geldi. Saldırı anına döndü, dünyanın fani olduğunu hatırladı, gözleri doldu ama yapamadı, oyunu bozmadı. “Bu kurşun ne alacak ne de arkadaş kurşunudur. Kurşun doğrudan suikast amacıyla sıkıldı. Ben yine kurşunlanmadan önceki Süleyman Çelebi’yim. Alacak meselesi diyerek suç basitleştirilmek isteniyor” cümleleri döküldü dudaklarından.
Geçtiğimiz hafta DİSK Genel Merkezi’nde silahlı saldırıya uğrayan Süleyman Çelebi’nin, kendisi can derdindeyken kanını ideolojik ranta çevirme planları yapanları uyarmasını beklerken tersi oldu. Çelebi de oyuna dahil oldu. Hem de diğerlerinden çok daha beter biçimde, kendi kanı üzerinden siyaset yaparak. Saldırıyı sendikal mücadelelerine darbe indirmek isteyenlerin işi sanıp, hınçla sloganlar atan kalabalığı tahrik etmek istercesine buğulu bakışlar atarak...
Ne bu? Hayran kitlesini kaybetmemek için evlenemeyen pop ikonu travması mı?
Beyefendi kurşunlanmadan önceki Çelebi’ymiş. Sanırsınız kurşunların içine ruhu esir alan bir virüs türü yerleştirmişler de o devrimci bünye buna bile meydan okumuş.
Hayır anlamadığım şey, bir sendika başkanının borcu olamaz mı? Ödeyememiş ve alacaklısının hışmına uğramış olamaz mı? Bu “gerekçe” bir işçi sendikasının temsil ettiği kitlenin gündelik gerçeklerine çok daha uygun değil mi?
Kendini “devrimci” olarak tanımlayan birinin “ideal”lerinin peşinden koşmasını anlarım da, nedir bu hayatı “idealize” ederek gerçeklerden kopartma, saplantılara prangalama merakı?
Bunun Cem Uzan’ın, siyasi lince uğradığı gerekçesiyle Fransa’dan sığınma talep etmesinden ne farkı var?
Madem öyle, bir milliyetçi olarak, sığınma talebinizi kabul ediyorum. Bu tiyatroyu sonlandırmak için muhtaç olduğunuz şey buysa, ben gönüllüyüm; ne zaman “yaşayan efsane olma, putlaşma, uğruna yürüyüşler düzenlenen adam olma” açlığınızı tatmin etmek isterseniz arayın, ben şifa niyetine “Sizi ben vurdum” derim. Yeter ki milliyetçileri linç ettirme hevesi uğruna kendi kanınızı sömürmeyin / sömürtmeyin.
++++++
MİNİ YORUM
Her Yeniçağ bir bayrak
Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni diasporasıyla empati kuranlardan ibaret olmadığını ve bu ülkede, topraklarının yüzde yirmisi halen Ermenistan işgali altında olan, Hocalı soykırımının yaralarını sarmaya çalışan ve Türk milli takımını desteklemek en doğal hakkı olan Azerbaycan Türkleri ile empati kuranların da var ve çok olduğunu göstermek için bugün her Yeniçağ bir Azerbaycan bayrağı...