'Ateş denizinde mumdan gemilerle seyahât...'
Hayatta kalabilme melekelerimiz var, gerekçelerimiz, belki de bağlarımız... Hayatı yaşanabilir kılan da, yaşanamaz kılan da bu belki de.. girift ama böyle.. paradoksal ama böyle.. anlaşılmaz çoğun, lâkin böyle..
Aslında çâresiziz.. Hayat denilen bu oyunun hiçbir kuralını biz koymuyoruz, hiç bir kâidesine biz tesir edemiyoruz, neticelerine ise asla...
“Piyanist” filminde bir sahne vardı, Nazi zûlmü başlıyor, ortalık mahşer yeri gibi... Kamplara yollanacak insanlar arasında bir büyük aile de var. Dede torunlarına evlâtlarına sarılmış, ayrılmak istemiyor, aynı vagona denk gelmeğe çalışıyorlar, ama nâfile... Parçalanıyor aile.. İki yaşlı adam aralarına konuşuyor, birisi şöyle diyordu: “Tanrım, yardımın şimdi gelmeyecekse ne zaman gelecek?!” ...
Âkif’in meşhur ve çokça tartışılan “Yok musun ey adl-i ilâhi?” mısrâı, daha doğru bir ifâdeyle çığlığını da bu kabilden hatırlarım hep...
Ve (rivâyet odur ki); İsa’nın çarmıhtaki “Elohim elohim lima sebaktani” (Beni neden yalnız bıraktın?) sorusu...
Bosna’da küçük çocuklar boğazlanırken, hâmile kadınların karınları deşilirken, Ebû Garib cezâevinden dışarıya, Arap erkeklerine Arap kadınlarının yolladığı pusuladaki, “Bizi düşünmeyin, burayı yok edin, her gün Amerikalı askerlerin tecâvüzüne uğramaktansa ölümü tercih ederiz, onurlu Arap erkekleri, burayı yok edin!..” mesajı ve Türkistan’da yüzlerce insanın yalnızca Türk oldukları için katledilmesi ve insanlığın zillet içinde seyirci kalması da aynı sahnelerin tekrarı.
Berbat bir his..
Piyanist filmine konu olan ve Holywood mârifetiyle bütün dünyaya ihrâç edilen Nazi zulmünün muhatapları bugün Nazileri mumla aratıyorlar...
Nasıl bu hâle düşebiliyoruz? Siyâset tek başına izah edebilir mi bunu?
Zûlmün olduğu her yere neden yürümüyor insanlık?
Galiba, önemli bir değer hayatımızda çekildi.. Bir şey yapabilecekken, yapabilecek olduğumuz hâlde yapmadıklarımızın da hesâbını vereceğimiz bir kültür medeniyetinin ferdi olduğumuzu unuttuk, unutuyoruz...
Hem sosyal hayatın içinde, hem şahsî hayatımızda yapabilecekken, yapmamız gerekirken, yapmak üzerimize bir ağır mesuliyet olarak çökmüşken yapmadıklarımızın hesâbını düşünmek istemiyoruz... Vicdânımızı susturuyoruz.. Hakikati susturuyoruz... Hakikati kelepçeliyoruz vicdânımızda...
Hakikatten uzaklaşacak binlerce yoldan birini buluyoruz, oysa hakikate giden tek bir yol vardır her zaman, onu görmekten, ifâ etmekten, idrak etmekten kaçıyoruz... Acısından kaçıyoruz gerçeğin, tıpkı neşter korkusu gibi, şifâsından emin değiliz, çünkü ve galiba gerçekten inanmıyoruz hakikate...
İçinden çıkılacak gibi değil... Bir sahneye fırlatılıyoruz, sahnenin adı “hayat” . Senaryo bize ait değil... Aktörleri çoğun biz seçmiyoruz... Replikler ise eh, bir zaman sonra bize ait olabiliyor. Ama o zamana kadar da mâruz kaldıklarımızın belirlediği bir alanda oynamış oluyoruz piyesi, geriye o zamanların belirlediği bir istikbâli yaşamak kalıyor..
Rol kapmaya çalışıyoruz hayatta.. Dünyanın, insanlığın kaderini değiştirmek, ülkenin kaderini değiştirmek... çevreyi değiştirmek.. gidişâtı değiştirmek. Derken hayatın bir kısmı tükeniyor.. “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, geriye baktık bir arpa boyu...” yla karşı karşıya kalıyoruz....
Bu zaman içinde elimizde ne kalıyor?
Sevgilerimiz.. Bir kısmı bağımlı sevgiler.. aile, çoluk çocuk, fıtrî olanlar yani.. sevmemek kâbil olmayan sevgiler.. Bir kısmı ise tercih ettiklerimiz.. sebepsiz, gerekçesiz.. belki tevâfuk.. belki tesâdüf... Onları çok seviyoruz...
Bunların arasında da geriye az bir kısmı kalıyor, yıpranıyor zamanla.. zedeleniyor, hasar bırakıyor... Az bir kısmını muhafaza edebiliyoruz...
Sonbahar yaklaştığında ya da geldiğinde anladığımız bir şey oluyor, anne, baba, evlad ü i’yâl ve aşk..
İkiye bölünecek kadar yalnız olduğumuz ânlarda hep akla O geliyor... Çünkü perdesiz olabileceğimiz tek yakînimizdir...
Ve zannımca hakikî aşk, “hakikati birlikte arayan” iki fâni arasında zuhur ediyor..
Hayatın geri kalan kısmı zaruretlerden ibâret.. Mâruz kalmalardan ibâret. Ya da tedricen kıymetini azar azar kaybeden, sıradanlaşan, yakînliklerden ibâret.. O son ânda dudaklarımızda bir tebessüm ile hayata vedâ edeceğimiz ândan sonra, o kapıdan karanlığa geçerken, neler hissedeceğiz? Bilmiyorum. Ötesi, bilmiyorum, kulak kabartmaya çalışıyorum yalnızca...
Ve yazıyorum... Sanki yazmalıymışım gibi... Aslında belki de artık hiç yazmamalıyım yalnızca susmalıyım...
İbtidâ sükût mu vardı, yoksa kelâm mı? Bilmiyorum, ama sükût daha mâkûl...
“Ateş denizinde mumdan gemilerle seyâhat” derken Şeyh Gâlip belki böyle bir yolculuktan bahsediyordu.. Ateş denizi ve üzerinde erimeyen mumlar..
Mumlarım erimiyor, ateşler içindeyim.. Bir hakikate yolculuk hâlinden ibâret hayat, aynı hakikat mermerini yontan iki heykeltraşın hikâyesi...
Netice; bize meçhûl, mutlak kudrete âyân...
Ve bütün mazlumlar yakîn dostlarımızdır, zâlimlere inat...