Atatürk’ün “sağlam” dış politikası
Öncelikle, ebediyete göç edişinin 75. yıldönümünde, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü sevgi, saygı, minnet ve rahmetle anmak gerekiyor.
Atatürk’ün devrimlerle dolu hayat öyküsünde, daima başarılar üstüne başarılar sıralanıyor.
Büyük liderin, “dış politika” alanındaki maharetinin de “diplomasi kuralları” nı ve gereklerini aştığı gerçeği neredeyse bütün dünya tarafından kabul ediliyor.
Gerçekten de; Atatürk, cesur ve süratli atakları, kararları ile “dış politika” alanlarında da bir “dahi” olduğunu ispatlıyor.
Nitekim, Neue Zürcher Zeitung gazetesinin 22 Kasım 1938 tarihli nüshasında, Atatürk’ün dış politikada ne kadar başarılı olduğunu en güzel şekilde yansıyor:
“Atatürk’ün cenaze töreni, onun son zaferi oldu.
Tabutunun önünde karşıtlarının hepsi sessiz kaldı.
Türk ve Alman askerleri, tabutunun arkasında bir sırada yürüdüler; bir diğer sırada Stalin ve Hitler’in temsilcileri yan yanaydılar; hem Cumhuriyetçiler hem de General Franco çelenk yollamışlardı.
Tabutunun önünde faşistler, demokratlar, komünistler eğildiler.
Her sınıfıyla birlikte olarak Türk halkı yakardı ve ağladı.
Zenginle fakir, yüksekle alçaklar arasında hiçbir fark yoktu.
Bugün Ankara’nın yaşamış olduğu, dünyanın hiçbir zaman görmediği bir törendi.”
Aslında, Atatürk’ü daha iyi anlayabilmek için, güttüğü dış politikayı çok araştırmak icap ediyor.
Zira, muhteşem bir geçmişe sahip bir İmparatorluk yıkılırken, yeni bir devletin ilk adımlarının atıldığı dönemde “dış politika” çok önem arz ediyor.
Atatürk’ün dış politikada amaçları; Tam bağımsızlık, Milli bir Devlet kurma, Batılılaşma ve mazlum milletlere örnek olmayla özetleniyor.
Büyük önderin dış politikadaki ilkeleri ise “gerçekçilik” ile başlıyor, “hukuka bağlılık” la devam ediyor ve “yurtta sulh cihanda sulh” ile bitiyor.
Özellikle, yurtta sulh cihanda sulh ilkesi günümüze kadar önemini muhafaza ediyor.
Unutulmamalıdır ki Atatürk, gerek “Milli Mücadele Dönemi” nde, gerek sonraki yıllarda, ortaya çıkan her sorunu, ilk etapta barışçı yollarla çözmeye çalışmış, nadir liderler arasında yer alıyor.
Ancak, Atatürk’ün barışçılığının, tavizkar veya yatıştırmacı olmadığı kabul ediliyor. Zaten, Atatürk’ün gerçekçi yönü, böyle bir politika izlenmesini önlüyor.
Öte yandan, büyük önderin Milli Mücadele Hareketiyle mazlum milletlere de “kurtuluş hareketleri” için örnek olduğu bizzat yabancı Devlet adamları tarafından ifade ediliyor.
Tunus’un eski Devlet Başkanlarından Habib Burgiba’nın, Atatürk ile ilgili sözleri tarihe geçmiş bulunuyor:
“Mustafa Kemal’in kişiliği, halk kitlelerinin ayaklanması ve halk mücadelelerinin ölçüsü olmuştur. Bu mücadeleler O’nun ölümünden sonra genişlemiştir. Doğu ve Batı blokları arasındaki üçüncü dünyaya da sirayet etmiş ve onu sömürge tahakkümünden kurtarmıştır”
Bizim de katıldığımız, eski Cumhurbaşkanlarından Kenan Evren’in Tunus’u resmi ziyaretlerinde, Habib Burgiba’nın, büyük önder Atatürk için daha da sitayişkarsöylemde bulunduğu hatırlanıyor.
Atatürk döneminde, Türkiye’nin uluslararası hukuka bağlılığını gösteren önemli bir örnek 1936’da, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanması sürecinde izlenen yol oluyor.
Lozan Antlaşması sonrasında, hâkimiyetimiz kısıtlanarak bize bırakılan Boğazlar, Rusya ve İngiltere arasında başarılı bir denge siyaseti izlenmesiyle Türkiye’nin eline geçiyor.
Bu başarıyı, hukuki bir mücadeleyle elde etmek, Atatürk’ün barışçı yönünü de ortaya koyuyor.
Batı’ya dönük dış politikamız da Atatürk ile başlıyor:
Atatürk, Türkiye’nin uygar dünyadaki yerini alabilmesi için, Batılılaşması gerektiğine inanmış, Türkleri, bütün medeni milletlerin dostu olarak tarif ediyor.
“Rahatsız” olmasına rağmen, Hatay’ın Türkiye’ye resmen bağlanması uğruna giriştiği “diplomasi” ve gösterdiği “metanet” büyük liderin, ne denli bir “Devlet adamı” olduğunu bir kez daha öne çıkarıyor.
Ne var ki, vefatının 75. yıldönümünde; bir yanda Suriye politikamız çöküyor diğer yanda yavru vatan Kıbrıs’ın Rumlara peşkeş çekilmenin sinsi adımları atılıyor.