Atatürk ve Talat Paşa’yla Bakû’ya Gittik, Türkçülük Ettik (2

Toplantı sonrası, Arslan Bulut Bey’le, salona bitişik restoranda yemeklerimizi beklerken, akademisyen-yazar Barış Doster, geliyor masamıza. Doster, tam adının adamı, çevresiyle ve kendisiyle barışık, dost canlısı ve er bir adam. O toplantıda en güzel konuşmalardan birini, hem de Azerbaycan Türkçesi ile o yaptı. Yanındaki temiz ve güler yüzlü Gökmen’i tanıştırıyor bana. Gökmen, “Nikolay’ın Av Köşkü” adlı kitabımdaki “Yurdu Gitmiş Bir Yiğidin Payına” adlı öyküden söz ediyor; duygulanmış, etkilenmiş. Öykünün kahramanı Tahir Bey’in ailesini; Barış da, Gökmen de çok iyi tanıyorlar. İstanbul’da düzenleyecekleri bir toplantıya davet ediyor beni, Gökmen.
Sovyetler Birliği’nin zulüm yılları... SSCB-Türkiye sınırında bir ana-oğul... Oğul 11 yaşında daha. Kaçıp Türkiye’ye sığınacaklar. Şöyleydi o öykünün en can alıcı yeri:
“Ana, zar-zor iki adım daha attı, yine yığıldı yere. Tahir bütün karşı koymalarına aldırış etmeden, sırtına aldı, taşıyor anasını. Ağır ağır gidiyorlar, sık sık dinleniyorlar. Birden silah sesleri duyuldu, mermiler düşmeye başladı önlerine, arkalarına, yanlarına. Tahir indirdi anasını sırtından, bir taş dibi buldu oraya yerleştirdi. Anasının belindeki silahı çekti aldı. Sınır devriyelerinin yaklaşmalarını bekleyecekti, vuruşacaktı aklı sıra.
Feryat etti Ana:
-Balam vur beni, onların eline bırakma, çabuk kaç!
Ne? Ana vurmak ha!..
-Sen delirdin mi ana? Ne vurması? Gelsinler hele... Azdan az gider, çoktan çok... Ben gösteririm onlara!
-Tahir... Dinle beni balam... Vururlar seni, onlar çok, silahları da çok... Sağ bırakırsan, onların eline bırakmış olursun beni. Bana çok eziyet ederler. Silahı çekip almasaydın, ben zaten vuracaktım kendimi. Haydi tez ol, ya ver vurayım ya da vur beni! Yoksa sütümü, emeğimi haram ederim sana!
Atlı muhafızlar gittikçe yaklaşıyorlar. Mermiler daha çok düşmeye başladı çevrelerine. Çembere alınıyorlar galiba... Bir karar vermeli Tahir. Ansızın, kesin, doğru ve duygusallıktan arınmış bir karar.
Fırlıyor birden yerinden... ’Allaaah!’diye bir nara atıyor... Silahı anasına doğrultup bir kaç el ateş ediyor... Koşmaya başlıyor Türkiye’ye doğru... Çılgınca, pişmanca, acı içinde...”
1992 yılında, Bakû’da Azadlık Meydanı’nda bitiyordu bu öykü:
“Hazar’ın tam karşısında ilginç mimarili o kamu binasının eskiden Lenin heykelinin bulunduğu balkonumsu çıkıntısında göndere çekilen Azerbaycan bayrağının Hazar’dan esen Hezri yeliyle azgın azgın dalgalanışını seyrediyorum. (...) Ruhlar yeryüzüne inerlermiş belli günlerde. Eğer bugün inme günüyse, Tahir Bey’in rûhu kesinlikle buradadır. Bu bayrağı selamlayıp ’Çırpınırdın Karadeniz bakıp Türk’ün bayrağına’şarkısını söylüyordur benimle birlikte. Yanında mutlaka bu şarkının sözlerinin sahibi, şehit-şair Ahmet Cevat vardır. (...) Artık o müzmin hüzün yoktur Tahir Bey’in yüzünde. Hasreti bitmiştir, bahtiyardır bu vuslatla. Ömür boyu gülmemiş bir adamın bahtiyarlığını böylesine duyumsamak nasıl bir bahtiyarlıktır, bilseniz...”
Şimdi yine o meydanda, Hazar’ın kıyısında, neler duyuyorum Gökmen’den ve Doster’den. Tanrı’nın bana bir büyük armağanı, bir sürprizli tecellisi, son Azerbaycan gezisinin en unutulmazıdır bu.

Yazarın Diğer Yazıları