Atatürk de “evet” demişti müzakereye(!)
Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün tarifiyle “Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eser” Türk’ün hürriyet aşkının abidesi olan “Afyonkarahisar, Dumlupınar Meydan Muharebesi ile ondan sonra düşman ordusunu tamamıyla yok eden/esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e Marmara’ya döken harekat”ın yıldönümüne, İmralı’da hapis sandığımız PKK terör örgütü başı caninin “taktik” leriyle giriyoruz:
- Yeni Hükümet hiçbir mazeret kalesine sığınmadan anlamlı ve derinlikli müzakereleri başlatsın!
Ne kadar “derinlikli” mesela?
Kandil’deki inlerine kadar mı?
Keza, Irak’ta sergilenen yeni “tiyatro” daki “rolü”nü sahi sanıp başımıza “kurtarıcı” kesilen Barzani-YPG ittifakı da, “Tayyip Erdoğan’a dair tecrübelerinden” yola çıkarak “Türkiye’deki seçimler yüzünden yavaşlayan Cumhurbaşkanı, seçim bittiğine göre artık cesur adımlar atacak, taktiksel davranmasına gerek kalmadığına göre PKK’nın doğrudan iletişimine izin verecektir” mesajı verdi dün Milliyet’in kıdemli Kuzey Irak ulağı aracılığıyla!
Ee köprüyü geçti nasıl olsa...
***
Ne gurur!
Ne onur!
Emin olun şehitlerimizin ruhu “huzur”dan “cennet”e sığmıyor; sığamıyordur!
***
İşte bu ahval ve şerait içinde; Öcalan’ın “müzakere” talimatı vermeye cüret edebildiği iktidara 9 Eylül 1922’ye dair bir minik anekdotu hatırlatmak boynumuzun borcudur sanıyorum:
Öyle terörist filan değil ha -her ne kadar erliğin esamesine sahip olmasalar da- “er meydanı”nda süngü süngüye savaştığı “düşman”dan, “muhatabı” ndan “müzakere”ye davet alır Mustafa Kemal Paşa.
Cevabı mı?
O tarihi tavrı kendisi anlatsın:
“Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta, İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta, 9 Eylül 1922’de Nif(Kemalpaşa)’te mülakat edebileceğimizi bildirdim. Dediğim gün ben oradaydım fakat görüşme isteyenler orada yoktu. Çünkü ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe Akdeniz’e ulaşmış bulunuyordu!
(...)
Efendiler, işte şimdi diplomasi alanına geçebiliriz...”
İşte “askeri olmayan”, “siyasi”, “diplomatik” çözüm isteyenlerle “masa”ya bu şartlarla oturulur efendiler;
Ellerinde şakağına dayayacakları bir tek namlu, tek atımlık barut kalmadığına emin olduktan sonra, vatanına kast edeni döktüğün deniz manzarasına karşı...
Hep “uşak” yüzünden
Madende, depremde, hızlı trende, duble yolda, üst geçitte, alt geçitte, havada, karada -zaten öyle aman aman ’insan’a kıymet veren ’can’ı ’mal’a yeğ tutan bir toplum yapısına da sahip değiliz ya- siyasi iktidardan “yakinimdir” himayesi kapanların geçtiği; rantın değdiği her yerde misliyle ölüyor insanlar.
Neden, nasıl, kaç kişilik son “toplu mezar” mühim değil sonuçta “sektörel bir vaka”; işin fıtratında var!
Aynı ipe sarıldılar;
Soma’yla aynı denetçi firma!
Değişmeyen kuraldır “katil uşak” yani, patron yine pirüpak!
Hey “cayır cayır yanan ateş” sen de görevini ihmal etme;
Sade düştüğün yeri yak!
GÜNÜN SORUSU
Tayyip Erdoğan yandaşı medyanın, cemaate yakın Kimse Yok Mu Derneği’ne ilişkin yolsuzluk iddialarından sonra “hırsız-polis” efsanesi -en azından algıda- çöktüğüne göre, ister misiniz yeniden eskisi gibi “hırsız-hırsız” geçinip gitmeye karar versinler