Atatürk bunları da söyledi!.. (19 Nisan 2012)

Tayyip Erdoğan’ın, partisinin grup toplantısında “anlamak istemeyenler için bir kez daha tekrar etmek istiyorum” diyerek, Atatürk’ün 22 Nisan 1920 tarihli telgrafındaki “Nisan’ın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından; bu tarihten sonra, bütün sivil ve askeri makamların ve bütün milletin başvuracağı en yüce merci, Büyük Millet Meclisi olacaktır...” ifadesini üstüne basa basa tekrarladığını, bir de üzerine “Yani darbeler değil milletin meclisi olacaktır” diyerek Ata’sı ile Türk Milleti arasında tercümanlığa soyunduğunu görünce düşünmeden edemiyor insan;
Acaba Atatürk, bugün kimilerinin “anlamak istemediği” yani “tercümeye muhtaç” başka neler söylemişti!
Başbakanımızın izinden gidip, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun “bugüne mesaj” niteliğindeki kimi sözlerini hatırlamak fena olmaz değil mi...
Ee hadi o zaman...

***


29 Ekim 2004 günü yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümünde, Roma’da Türk düşmanı Papa X. Innocenzo heykelinin gölgesinde “egemenliğin ABD’ye devri” anlaşmasına imza atanlar için hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Egemenlik hiçbir sebep ve şekilde terk ve iade edilemez, emanet edilemez!” (1923)
Hiç utanmadan milletin karşısına geçip “Egemenliğin devri ayıp, günah ve çirkin bir şey değildir” diyenler için hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
l Kayıtsız şatsız tabiriyle açıkça ifade edilen egemenliği, milletin sorumluluğunda tutmak demek, bu egemenliğin en küçük bir parçasını; sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir.” (1923)
Stratejik ortak, model ortak, eşbaşkan gibi süslü sıfatları işimlerinin önüne onurlu bir rütbeymiş gibi takanlar için hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Egemenlik hiçbir anlam, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve yönde ortaklık kabul etmez.” (1927)
Öngörü sahibi olmak başka şey. Bakın bir de ne diyor Büyük Önder;
“Milletler egemenliklerini geçici olarak da olsa verecekleri meclislere dahi lüzumundan fazla güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile istibdat (keyfi hareket) edebilirler...” (1923)

***


Otoritelerini tesis yolunun korku imparatorluğundan geçtiğini zannedenlere hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Egemenlik korku üzerine kurulamaz!” (1930)
Ülkeyi tele-kulak cumhuriyetine çevirelere, şantaj çetelerine ve yatak odası röntgencilerine hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Kişisel hürriyetler kutsaldır.” (1931)
“Bir insanın evine hükümetin müdahalesi yalnız kanunun tayin ettiği durumlarda ve şekilde olabilir.” (1930)
Takıyecilere hatırlatıyorum, Atatürk
diyor ki;
“İdealimizi açıkça ifade etmeliyiz.” (1923)
Milletin kaderini, milletten gizli kapaklı, teröristlerle yürüttüğü pazarlıklarla tayine kalkışanlara ve sonunda da “şerefsiz” diyerek saçtığı tükürüğü yalamak durumunda kalanlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Gizli iş kalamaz. Er geç meydana çıkar. İyisi mi başından açık olun, açık açık!” (1920)
TBMM TV’nin yayınını engelleyenlere hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Benim istediğim sadece memleket işlerinin Büyük Millet Meclisinde açıkça münakaşa edilmesidir. Büyük Millet Meclisinde Türk Milletinin gözü önünde açıkça konuşulamayacak hiçbir iş yoktur.” (1930)
Muhalefeti yasama faaliyetinin tamamen dışına iten, susturmak için tekme-tokat dahil her yola başvuranlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Çeşitli partilerin muhalefetii, birbiriyle mücadelesi ile beraber, aralarında adeta memleket ve milletin gerçek menfaatleri karşısında kendiliğinden anlaşmaya varmak içindir.” (1918)
Kollarını sıvayıp basına yumruğunu gösterenlere hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Basına hiçbir şekilde hükmedilemez ve baskı altında tutulamaz. “ (1923)

***


Meydanlarda rakiplerinin Aleviliğine gönderme yaparak oy toplamaya çalışanlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz.” (1930)
Deniz Feneri yolsuzluğuna bulaşanların hamiliğini yapan “Müslümanlar”a hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir.” (1930)
“Dindarlığı” siyasi referans malzemesi yapıp sonra da ayetleri yasaklayanlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar.” (1923)

***


Ülkeyi 36 etnik gruba parçalayan mozaik kafalılara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Diyarbakır’lı, Van’lı, Erzurum’lu, Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı ve Makedonya’lı hep bir ırkın evlatları hep aynı cevherin damarlarıdır.” (1932)
“Ne mutlu Türküm diyene yazmak ilkelliktir” diyenlere hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Benim hayatta yegane onur kaynağım, servetim, Türklükten başka birşey değildir.” (1923)
“Yeni Anayasa” adı altında milleti ve devleti kimliksizleştirmeyi, vatandaşlık tanımını değiştirmeyi planlayanlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk Milleti denir” (1929)
“Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır.” (1923)
Eğitim sistemini “milli değerler”den arındıranlara(!) hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Çocuklarımız ve gençlerimize vereceğimiz öğrenim sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz:
1. Milletine
2. Türkiye Devletine
3. Türkiye Büyük Millet Meclisine
Düşman olanlarla mücadele, bu mücadelenin sebep ve vasıtaları ile donatılmayan milletler için yaşama hakkı yoktur.” (1922)

***


AB / ABD dayatmalarını emir sayıp “Babalar gibi satabileceğini” düşünenlere hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Memleket kimsenin malı, mülkü değildir. Yalnız biz Türkler memleket ve milletin idaresini elimize aldığımız zaman, yetki ve sorumluluğumuza verilen yüksek seviyeli devlet işlerini yabancılarla çözümlemeyi kural kabul ediyor ve bu tutumumuzla bir çocuk gibi aldanıyoruz.” (1918)
Türk topraklarında ABD üssü kurduranlara, emperyalizme “kalkan” olanlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Düşman süngüsü altında milli birlik olmaz”. (1919)
Neo-Osmanlı padişahı olup, payitahtı İstanbul’a taşıma rüyaları görenlere hatırlatıyorum. Atatürk diyor ki;
“Ankara hükümet merkezidir. Ve daima hükümet merkezi kalacaktır.” (1925)
Kamu arazilerinin peşkeş çekildiği şeyhlere “dostum kardeşim” diyerek kefil olanlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz.” (1921)
“İleri demokrasi”nin adresini şaşıranlara hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Türk Milleti en eski tarihlerinde ünlü kurultaylarıyla bu kurultaylarda devlet başkanlarını seçmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar bağlı olduklarını göstermişşerdir. Son tarih devirlerinde Türklerin kurdukları devletlerde başa geçen padişahlar, yöntemden ayrılarak despot (zorba) olmuşlardır. Kralların ve padişahların istibdadına dinler mesnet olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar; etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış teşviklerle ilahi hukuka dayanmışlardır. Egemenlik bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş olduğu teorisi uydurulmuştur.” (1924)
Terörle mücadele eden askerleri “terörist” yaftasıyla hapsedenlere hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Öyle zamanlar olmuştu ki milleti orduya çağırmak yerine birlikler terhis edilmişti. Bütün iktidarı ellerinde tutan birkaç kişinin bilgisizliği vatanı cesaretle savunabilecek yetenekte iken ve yetenekli bir orduyu kullanamadan memlkeketin en değerli kısmını düşmana ikram etti.” (1918)
Askeri tehdit sayan ve “vesayet” öcüsü yaratanlara hatırlatıyorum. Atatürk diyor ki;
“Devletin bağımsızlığının millet ve memleket hayatının tek koruyucusu kahraman ordumuzdur.” (1923)
Millete ağız dolusu küfür / hakaret edenlere hatırlatıyorum, Atatürk diyor ki;
“Bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir sosyal toplum halinde yaşatan veya bir milleti esaret ve sefalete terkeden şey terbiyedir.”

***


Ha bir de her şeyden önemlisi, Atatürk diyor ki;
“Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asli’yi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin!”



Cengiz Çandar gazeteci mi!
Türkiye artık bu sırrı çözmeli

Kürt açılımının mimarı Henry Barkey, Cengiz Çandar’ın önceki gün Taraf’ta yayınlanan “12 Mart 1997’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 7. katında yapılan bir toplantıda Erbakan’ın gitmesi kararı alındı” iddiasını, yine Taraf’a yaptığı açıklama ile yalanlarken, Çandar’ın “rolü”ne ilişkin önemli ipuçları da veriyor.
“Cengiz Amerika’yı birçok Türk gazetecisinden daha iyi bilen bir insan. Paul Wolfowitz gibi insanlarla çok yakın arkadaş... ” diyen Barkey, hafıza tazelememize yarayacak önemli bir bilgiyi hatırlatıyor:
“2002’de Wolfowitz Erfdoğan’a en yakın duran Amerikalı yetkiliydi. Cengiz de biliyor bunu. Cengiz orada çok aracı olmuştu: Abdullah Gül Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan Washington’a davet edilmişti. Davet eden Wolfowitz’di.”
Bu arada, birkaç yıl önce Erdoğan’ın Brookings Enstitüsü’nde konuşma yapacağından da Erdoğan’dan önce Çandar’ın haberi oluyor ne hikmetse!


Emperyalizmle barışma
Çandar, 12 Mart’tan sonra anti-emperyalist kimliğiyle sığındığı Filistin’den, emperyalizmin son kalesi ABD’ye “dikey” geçiş yapıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı USIP, peşinden de Wilson Vakfı’ndan bursa layık görülüyor.
Faik Bulut’un anlatımına göre Orta Doğu yıllarında sürekli olarak “takip ediliyorum” şüphesi içinde yaşıyor. Ne gariptir ki İsrail bombalarından değil “devrimci” arkadaşlarından korkuyor; onlara karşı silahlanıyor!
Uğur Mumcu, yüzüne “Filistin kamplarında olduğunu yazıp duruyorsun. Ben inceledim, sen orada kamplara bile gitmemişsin. Beyrut’ta lüks otellerde keyif çatmışsın” diyor; ses yok!


Pentagon’un adamı
1987’de Turgut Özal’la Şam’a gidiyor. Yanlarında MİT görevlisi Hiram Abas da var. Yıllardan beridir ağızdan ağıza dolaşan Abas’ın Çandar için “teşkilattandır” dediği rivayetini, Soner Yalçın son kitabı Samizdat’ta başka bir boyuta taşıyor: “Hasan Celal Güzel bana Çengiz Çandar’ın Pentagon’un adamı olduğunu söyledi; ona da bu bilgiyi MİT’çi Hiram Abas vermişti. Hepsi o dönem Özal’ın yanındaydı, birbirlerini iyi tanıyorlardı. Hasan Celal Güzel bu bilgiyi yazılmamak üzere vermişti.”
İddiasına göre Yalçın bu bilgiyi yazdıktan sonra gözaltına alınıyor ve işkence görüyor!
Çandar önceki gün Taraf’ta yayınlanan söyleşisinde “Özal’lı yıllar” daki rolünü şöyle itiraf ediyor:“Talabani ve Barzani’yle Cumhurbaşkanı Özal arasındaki ilişkilerin kurulmasını sağladım. Yani Irak Kürtleriyle ilişkilerin kurulmasının mimarıyım. Bir tabunun Cumhurbaşkanı üzerinden yıkılmasıydı bu.”
Çandar bugün de, Talabani Türkiye’ye geldiğinde “özel” görüştüğü birkaç “yakın dostu”ndan biri...
Soros’un fonladığı TESEV’in “Kürt Sorunu”nun nasıl çözülebileceğine dair raporlarındaki “müzakereci” fikirlerin altında da Çandar’ın imzası var!
Yine bir CIA ayanı olan Graham Fuller’in “makale ortağı” olduğunu da unutmamalı...
Çandar’ın yolu Barkey ile çok kritik zamanlarda kesişiyor. Barkey’in Abdullah Gül Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısıyken ABD’de yaptıkları görüşmeden (Çandar’ın iddialarını yalanladığı görüşme) bir gece önce kafa kafaya verip yemek yediği isimlerden biri Cem Duna. Duna, 2005 yılında bu kez Bebek’te, bir başka CIA ajanı Mark Parris’le bir araya geliyor. Yanında Sorosçu Can Paker, MİT’çi Sönmez Köksal ve Hasan Cemal’den başka bir kişi daha var: Cengiz Çandar!
Ve aynı Çandar, 2007’de bu kez Washington’da The Atlantic Council’de yapılan ve “açılımın yol haritası”nın çizildiği toplantıda David Philips ve Henry Barkey ile birlikte!


Komplocu ajan mı?
Gazeteci arkadaşı Turan Yavuz’a kurduğu “kaset tuzağı”ndan sonra 21 Aralık 1993’te Milliyet manidar bir manşet atıyor Çandar hakkında:“Gazeteci mi, komplocu ajan mı?”
Yıllar sonra 6 Temmuz 2011’de Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta şöyle diyor: “Hasan Cemal ve Cengiz Çandar sadece gazeteci değiller...”
Öyleyse neler?
Çandar’ınki nasıl bir misyon ki, onca gazetecinin “gazetecilik faaliyeti”nden dolayı cezaevini boyladığı bir ülkede o “gazetecilik” maskesiyle, elini kolunu sallaya sallaya ulaklıktan arabuluculuğa her bir rolü oynayabiliyor. Kandil, Kuzey Irak, Washington ve hatta Brüksel hattında cirit atıyor ve kimse de “Hayırdır kardeş, sen ne ayaksın” demiyor, yahut diyemiyor!
Türkiye’nin başına çarptı çarpacak durumdaki hangi taşı kaldırsanız altından Cengiz Çandar adının çıkması sadece tesadüf olabilir mi?
Bu sorunun cevabı yıllardır, onlarca kere gündeme getirmemize karşın karartılan, üzerine bir tek satır dahi yazılmaya korkulan şu fotoğrafın aydınlatılmasına bağlı:
Bir gazetecinin, bir CIA Ajanı, eski bir MİT Müsteşarı, iktidar ve rejim değişikliklerinin sponsoru olan Soros’un Türkiye temsilcisi, bir itirafçı ve bir dönem devletin resmi yayın organının başında bulunmuş biri ile “gizli-kapaklı” ne işi olabilir?
Çandar, Bebek’teki İtalyan lokantasında “gazetecilik faaliyeti”nde bulunduysa bundan okurlarının neden hiç haberi olmadı? Gazetecilik faaliyeti değilse Çandar neden oradaydı?

Yazarın Diğer Yazıları