Askerler öldürülmesin...
“Burnumun direği sızladı” derler ya; aynen öyle oldu, Müyesser Yıldız’ın, Mamak’ta küçük kızıyla yakar top oynarken geçirdiği beyin kanaması sonucu GATA’ya kaldırılan ve halen “komada” olan Deniz Kurmay Albay Murat Özenalp’in hikayesini anlattığı yazıyı okurken.
Genzimden yukarı çıkmak, göz pınarlarıma ulaşmak için yol arayan o “sızı”ya karşı verdiğim mücadeleyi anlatamam.
İstediği kadar sızlatsın burnumun direklerini, depremler olsun suratımın ortasında, sarssın, çökertsin isterse ama “yaş” olup akıp gitmesin diye direndim.
Ağlamaktan utandığımdan filan değil; o “sızı” orada öylece kalsın, beni rahatsız etsin, bu zulmün mesullerini rahatsız etmem için kendisini gece-gündüz hatırlatıp dursun istedim;
Dinmesin ki, üzerime bir rehavet çökmesin.
Allah bana yüzlerce Türk askerinin, suçsuz yere, haksız şekilde tutsak edildiği, hukukun çiğnendiği, annelerin, eşlerin, çocukların, torunların gözyaşlarının üzerinde zerre vicdan emaresi olmaksızın, şehvetle, azgınca, kinle, gözü dönmüş halde tepinildiği, “sadakat”in, “liyakat”in, “cesaret”in, “şeref”in, “onur”un “suç” haline getirildiği gerçeğine alışmayı nasip etmesin!
***
Yıldız’ın yazdıklarından öğrendim;
Tokatlı yoksul bir ailenin çocuğuymuş Murat Albay...
“Kurmay” olmak kolay iş mi; dişiyle tırnağıyla kazımış imkansızlıkları hayatından, yoksulluk “yük” olmasın diye zihnine katmerli alınteri dökmüş, sabahlara kadar göz nurunu akıtmış o kocaman kitaplara, kurallara, kanunlara...
Sonra...
Tam “oh” diyeceği sırada; ona, anasının ak sütü kadar “helal” olan rütbelerine, “üniforması”na, pırıl pırıl “sicili” ne, lekesiz adına musallat oldular; takdirlerin, teşekkürlerin, birinciliklerin hesabını sordular!
Maltepe, Hasdal, Mamak; cezaevinden cezaevine, hücreden hücreye attılar!
Şimdi, -yerinde gören Müyesser Yıldız’ın yazdığına göre- o kocaman “paşa” lar, “üst”ler, “komutanlar”, “amir”ler, “büyük”ler; başından ayrılmıyorlar, üzerine titriyorlar;
Neye yarar!
***
Murat Albay cezaevine girdiğinde 5 yaşında olan kızı Beste Duru’ya sorarsanız, babası “gizli görev”de...
Gerçek mıhlanmış dillerinde, söyleyememişler!
Tarihin “Türk” askerine verdiği bu “görev” öyle “gizli”ki, biz bile öğrenemeyeceğiz nedenini, niçinini, ancak kuşaklar sonra çıkacak günyüzüne!
Ancak yıllar sonra, -ki dilerim Orta Anadolu’nun bozkırına sıkışıp kalmış, şimdi bizim Musul’a, Kerkük’e, Selanik’e buğulu gözlerle bakıp iç geçirdiğimiz gibi, ‘ah’ çekerken olmaz- anlayacak bu millet; bir devlet, hem de en çok ihtiyaç duyduğu anda neden pranga vurur ordusuna...
Savaşın orta yerinde neden ilk önce savaşçısından vazgeçer...
Üzerine külliyat yazılır bunların da bugün dikkat çekmek istediğim husus başka:
Diyarbakır’da piknik yaptığı dağın yamacında, İstanbul’un göbeğinde ekmek almaya giderken fırına, Kars’ta yürürken avuç içi kadar bir şehrin sokaklarında çocuklarımızı “kaybediyoruz”!
Kimini PKK’ya, kimini Hitlercilik oynayanlara, kimini genetik şifreleriyle oynanmış bir toplum arızalı, hazarlı, sapık, sapkın, insanlık “zayiat”larına çaldırıyoruz.
Yatak odasını korumak için bakanların önüne yattığı, dolandırıcılara zeval gelmesin diye emniyet teşkilatı, yargı teşkilatı hallaç pamuğu gibi dağıtılan ülkenin emniyetsiz, tekinsiz mahallelerinde muhtarlar, belediye başkanları, kaymakamlar yataklarından alınıp dağa kaldırılıyorlar.
“Çocuğumu istiyorum” diye feryad eden annelerle, “Babamı istiyorum” diye feryad eden çocukların ülkesi olduk nicedir...
Tek analar değil canı yanan; sülale boyu ağlıyoruz artık;
Tam silmek için ellerini uzattıkları yerde yaşanıyor gözyaşı patlaması!
Kele Tepe’ye kurşun yağıyor;
Biliyoruz ki yarın TOMA olup, biber gazı olup, hukuksuz bir “bir sabah ansızın geliriz demiştik” baskını olup ülkenin başka bir yerinde, başka bir nedenle de hissedilecek yarası!
***
“Hayatın doğal akışı”na uygunluğu üzerinden, en olağan, en sıradan haklarının gaspıyla anlatmaya çalışıyoruz ya “mağduriyet”in nasıl dev bir canavar haline geldiğini...
Bir çocuğun neden yaşaması, neden ölmemesi, neden katledilmemesi, neden işkence görmemesi, tecavüze uğramaması gerektiğinin, “Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler”ya hani, en naif, en basit izah şekli...
Onun gibi;
“Askerler öldürülmesin, ülkelerini koruyabilsinler...”
Yoksa...
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diye yazmakla olmuyor işte oraya, buraya...
Berkin şahit, Ali İsmail şahit, Kuddusi Okkır şahit, Mert şahit; ne insanı yaşatabiliyorsunuz...
Diyarbakır’ın, Hakkari’nin, Şırnak’ın kesilen yolları, bayraksız gönderleri şahit; ne de devleti!
Bursa’dayız, bekleriz!
Uludağ Üniversitesi, Kamu Yönetimi Topluluğu tarafından bu yıl 6’ncısı düzenlenen Kamu Yönetimi Günleri’nde, “Türkiye’de Kadın Olmak” başlıklı panelde, “Medyada Kadın Olmak” meselesini konuşmak, tartışmak üzere yarın Bursa’dayız...
Saat 14.00’te Mete Cengiz Kültür Merkezi’ne teşrif ederseniz fena olmaz hani; hep birlikte söyleşiriz...
Aile içi şiddet
İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Pazar sabahı katıldığı televizyon programında, Gezi eylemleri sırasındaki polis müdahalesini savunurken “devlet nizamını koruma” ve “kanunları uygulama” görevlerini hatırlattı. Daha iyi anlayabilelim diye de bunu “ailedeki nizamı sağlayan baba”ya benzetti. Bu durumda o tazyikli suyla parande attırmalar, göz çıkarmalar, kusturana kadar gazlamalar filan hepsi “aile içi şiddet”in neticesi...
Ee velev ki sado-mazohist değiliz, dövülmekten zevk almıyoruz, celladımıza aşk duymuyoruz, canımızı kurtarmak istiyoruz; “şiddet butonu” nerede peki!