Askeri vesayet tamam, ancak...

Bazı çevreler ağızlarını her açtıklarında son yılların en popüler kavramı askeri vesayet ile söze başlıyorlar. Sonra AKP’nin askeri vesayete karşı kahramanca mücadelesinden bahsediyorlar. Peki, gerçekten Türkiye’de sistem üzerinde bir askeri vesayet var mı veya var mı idi? Doktora tezinin başlığı “Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri” ve doçentlik tezinin başlığı “Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilâli” olan bir akademisyen olarak, 1989’da bitirdiğim doktora tezimin sonuç kısmında TSK’nın 1923-1982 sürecinde geçirdiği evreleri ve yasal ve anayasal olarak nasıl sistemin koruyucusu/vasisi olduğunu ortaya koymuştum.
1982 Anayasası da TSK’nın rejim içindeki konumunu vesayet şeklinde belirliyordu. Asker kökenli bir Anayasa Mahkemesi üyesi, MGK’dan bahsettiği yazısında şöyle demekteydi: “Ne egemenliğin sembolü anlamında başkomutan ne de icranın ya da siyasi liderlerin emrine körü körüne tabii birer robot” olmayan komutanların, milli güvenlik politikalarını belirleyen Milli Güvenlik Kurulu’nun “en önemli ve etkili üyeleri” olduğunu ileri sürmekteydi. Bu Anayasa Mahkemesi üyesi hükümet üyelerinin milli güvenlik politikasını saptayacak bilgiye sahip olmadıklarını ileri sürerek, “burada alınan karar ve tavsiyelere uymayan hükümetler için, farklı tecelliler karşısında Yüce Divan yolu bile gözükebilir” demekteydi. Askeri vesayetin en güzel ifadesini bu satırlarda bulmak mümkündür.
1990’lı yıllar boyunca PKK terörünün ülke gündemini belirlemesi, kaçınılmaz olarak güvenlik sorunlarını ön plana çıkarmıştır. Ancak, politik, ekonomik, sosyolojik ve teknolojik küresel gelişmeler de bilinç dönüşümleri ortaya çıkarmıştır. 1990’ların sonunda PKK’nın aşıldığı düşüncesi ile birlikte TSK, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecini destekleyerek daha AKP kurulmadan önce askeri vesayet sisteminden vazgeçtiğini ortaya koymuştur.
TSK’daki her subay hem AB tam üyeliği hem de askeri vesayetin bir arada olamayacağını bilmektedir. Bundan dolayı, AB tam üyeliği altında aynı zamanda TSK’nın 1961’de kurulan askeri vesayet sisteminin daha fazla sürmeyeceği herkes için açıktır. Ancak TSK, AB tam üyeliği sürecinin merkez sağ partiler ile devam edeceğini varsaymıştır. Bu durumu da sorunsuz bir şekilde ve AB tam üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda bütün sonuçları ile kabul etmiştir.
AKP’nin iktidara gelmesi durumu değiştirmiştir. Durumun değişmesi, TSK’nın askeri vesayete dönüş doğrultusunda bir karar alması değil, AKP’den şüphelenmesinin refleksleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu reflekslerde TSK’da aşırı bir etkisiz reaksiyon ortaya çıkarmıştır. Bu etkisiz reaksiyonun ciddi bir politik hedefinin olduğunu söylemek mümkün değildir.
Çünkü, TSK, AB üyeliğine en fazla inanmış kurum olarak, şu veya bu şekilde ilerleyen Avrupa Birliği sürecini kesintiye uğratacak bir tavrın, Türkiye’ye her şeyden fazla zarar vereceği analizini yapmış olmalıdır. Ancak öte yandan bu etkisiz reaksiyon, AKP’ye, Amerikan ve Avrupa desteği ile TSK’nın üzerine gitme ve zaten eriyen vesayeti şiddet ile tasfiye etme imkanı vermiştir. Oysa, süreç kendi başına bırakılsaydı, çok mu farklı olurdu. Hayır, olmazdı. Belki bir iki sene gecikme ile Türkiye aynı yere gelirdi.
Sonucun bu şekilde gelişmesi, ne yazık ki uzun vadede kimse için iyi olmamıştır. Şiddet kaçınılmaz olarak, kin, nefret ve intikam tohumları da ekmektedir. Bu tohumlar belki hiç yeşermez. Ancak bir gün uygun toplumsal koşullar doğar ise ilk yağmurda baş gösterirler. Ondan sonra yeni bir kin, nefret ve intikam sürecinin başlaması... Bu ülkenin ise ihtiyaç duyduğu şey, toplumdaki dinamizmin iç kavgalara değil, birleştirerek dışa yönlendirilmesi. Bunun için, (şimdi 1989’daki kitabımızın son iki paragrafına dönerek), “sağlıklı bir diyalog için iki tarafın da belirli ön yargılarını terk etmesi gerekir. Asker kesimin, öncelikle politikacıya olan güvensizliğini terk etmesi, kendisini tek milliyetçi/yurtsever kesim olarak görmekten vazgeçmesi gerekmektedir. Sivil otoritenin ise her şeyden önce orduya ve ordunun devlet içindeki konumuna, onun tarihsel rolüne ve bu rolden kaynaklanan bugüne yönelik taleplerine, çok daha değişik bir toplumsal evrimin ürünü olan Batı aydınının gözü ile bakmaması gerekir... Türkiye, tarihi, kültürü, sosyal yapısı, politik kültür ve stratejik tehdit algılaması ile uyumlu bir ordu-siyaset ilişkisine sahip olmalıdır.”

Yazarın Diğer Yazıları