Artan yolsuzluklar ve akıbet!
Totaliter sistemlerde genellikle adaletsizlik adalet, ilkesizlik ilke, yasa tanımazlık yasa gibi algılanır. Bu tür rejimlerde doğru yanlışla, asalet rezaletle, fazilet sefaletle kol kola gider. Bu durumlar denetimin dahi denetlenmeye muhtaç hale geldiğinin kanıtı niteliğindedir. Demokratlık iddiasında bulunan iktidarlar döneminde bu tür “anomi” durumların yaygınlaşması normal değildir. Anormal hallerin normal kabul edildiği toplumların demokrasisi şekilden ibaret kalır. Bu tür bir anlayışın egemen olduğu yerlerde toplum çözülmeye, değerler içeriksizleştirilmeye, devlet de tartışılmaya açılır.
Önümüzdeki Türkiye resminin bir de bu boyutlarıyla okunmasına ihtiyaç vardır. Terörü saymazsak son zamanlarda rüşvet, işkence, adaletsizlik, yolsuzluk, yağma ve yiyicilik iddialarıyla gazeteler ağzına kadar doludur. Bu durum hayra yorulacak bir husus değildir. Yolsuzluk konusunda iktidar partisi yetkililerine yönelik olarak ortaya atılan iddialar, yenilir yutulur türden değildir. İktidar “hırsızlık ve yolsuzluğun partisi olmaz” diyerek bunu yapanların üzerine gidecek yerde, böyle yapmıyor. İktidar yetkilileri adeta halkla alay eder gibi “biz yalnız AK Parti değiliz, aynı zamanda sütten çıkmış ak kaşığız” diyerek durumu geçiştirmeye çalışıyorlar. Bu tutumun sonucu olarak Türkiye’de tartışılmayan ve erozyona uğramayan hiçbir değer ve kurum kalmamış gibidir. Başta ülkeyi yönetenlerin olmak üzere herkesin kendisine göre bir adalet ve hukuk anlayışı her yanı sarmıştır. Mahkemenin verdiği bir karar iktidarın işine geliyorsa, ancak o zaman hukuki olarak nitelenir olmuştur. Aynı iktidar kendisine muhalefet edenlere yönelik olarak verilen her kararı saygıyla karşılamak gerektiğinden söz ediyor.
Sorunun yalnızca bir çifte standart sorunu olmadığı da ortadadır. Demokratikleşme, insan hakları ve “işkenceye sıfır tolerans” sözlerinin en fazla dillerde dolandığı bir zamanda işkence ve kötü muamele konusunda olup bitenler dehşet vericidir.
Bu ülkede işkenceden öldüğü tespit edilen bir şahsa, görmeden “sağlıklı” olduğuna dair rapor veren doktordan, cezaevindeki terör örgütü liderinden aldığı talimatları teröristlere ulaştıran avukatlardan, yargıladığı suç örgütü liderini 350 bin YTL “rüşvet” karşılığında tahliye eden hâkimlerden giderek daha çok söz edilmeye başlanmıştır. Yine bu ülkede neredeyse bir buçuk yıldır cezaevinde tutulan şu kadar insanı yargılayacak bir salon bulunamadığı da bir vakıadır.
Bunun anlamı adaletin adil biçimde tecelli edebilmesinden sorumlu olanların işi çok da fazla ciddiye almadıklarını gösterir.
Sonuçta bu ülkenin Adalet Bakanı kendisine bağlı bir birimde işkenceden insanlar ölüyorsa, salon yetersizliğinden yargılama kaosu yaşanıyorsa istifa etmesi gerekir. O, olana bitene aldırmadan devlet ve hükümet adına özür diliyor. Adalet hizmetiyle sorumlu olan bu bakanlığa bağlı bir hâkim rüşvet karşılığı tahliye kararı verdiği iddiasıyla bir başka hâkim tarafından tutuklanıyor.
Adaletin tecelli etmemesiyle rüşvet, rüşvetin yaygınlığıyla da devletin ve toplumun kirlenmesi arasında doğrusal bir ilişki olduğunu bize tarihi tecrübeler söylüyor. Muhteşem Roma’nın sonunu da rüşvet ve zulmün getirdiği bilinmektedir. Roma’daki durumu gösteren kısa bir analiz durumu açıklamaya yeterlidir.
“Rüşvet peşin alınıyordu. Kırsal kesimde polis hizmeti veren bir takım idari işlere de bakan askeri görevliler, küçük kasabalarda kendilerin ikramiye çıkarmak için oylama yaptırıyorlardı. Hiçbir memur rüşvet almadan parmağını oynatmıyordu; hayvanı kırparken derisini de yüzmemek gerektiğinden, sonuçta paylaşım yolunu gidildi: Bahşişler resmen tarifeye bağlandı ve her hizmetin sabit fiyatı devlet dairelerine asıldı” (Aries&Duby, Özel Hayatın Tarihi, 2006;116)
Romalı rüşvetçilerin bir yıl içinde aldığını Türkiye’de bazıları bir kalemde götürmektedir. Rüşvet ve yolsuzlukta Roma’ya benzeyen her iktidar eninde sonunda Roma olur.