Anneniz bir soğan, babanız ise bir sarımsaksa; Nasıl güzel kokabilirsini
Siyâsî olduğu kadar sosyolojik bir vak’aydı aslında AKP... Yıllarca tartışılan ‘hakimiyetin kimde olduğu, şer’i devletin ne olduğu/olmadığı, laikliğin nereye oturduğu/oturmadığı, Batı’nın dost mu/düşman mı olduğu, devletin hukukunun kaynağının ne olduğu’ gibi pek çok konunun, ‘yola çıkmadan önce’ tartışılması gerekirken, ‘yol’da düşünülmesi ve bir iki otel toplantısı neticesinde bildirilerle kurulan partinin ilk seçimde iktidar olması ve halen devam eden iktidârı, mütedeyyin kesimin, siyâsetin içinde ‘sahih bir yer’ edinmesine kâfi gelmedi.
Millî Görüş geleneği ve laik elitistler arasındaki çatışmanın ürünü olan AKP bugün geldiği noktada siyasetin içinde kendisine sahih bir yer edinemediği gibi ‘merkez sağ’ siyasetin bünyesinde barındırdığı bütün marazlarla donandığı, açılan rögar kapaklarından dökülenlerle de tescil oldu.
Cumhuriyetin siyâsî tarihi içinde bir kenara itildiği düşüncesiyle, İstiklâl Mahkemeleri başta olmak üzere benzer tüm olan bitenin hesâbını tarihe değil, devletin bizzat kendisine ve devamlılığına yükleyen bu siyâsî gelenek, uzun yıllar süren anakronik tarih okumalarıyla yalnızca yürütmeyi ele geçirmeğe kilitlendiler.
İktidar onların olmalıydı, yıllarca çirkin ördek muamelesi görmüşlerdi, onların da televizyonları, gazeteleri, gazetecileri, büyük servetleri olmalıydı. Oldu da... Yirmili yaşlarındaki çocukları bile büyük iş adamları oldular... Gazetelerde istemedikleri kadar köşe yazarları oldu, istedikleri kadar yalan yazabilecekleri... Yazdılar da, yazıyorlar da...
Fakat iktidar ve güç hafızalarını zayıflattı...
Haram, helâl, kul hakkı, yetim hakkı, beytü’l mal... Bu kavramların hepsini unuttular... Fırat’ın kenarındakinin koyun mu yoksa fil mi olduğunu bile unuttular...
Ve kendilerini hiç ama hiç sorgulama ihtiyacı hissetmediler.
Çünkü, tamamının kökeni taşra idi ve taşralılıkları gurur vesilesiydi. Devlet ve mütedeyyin kesimler arasındaki soğukluğun DP eliyle en azından rafa kaldırılışıyla taşradan tekrar şehirlere döndüler farklı müesseselerle; taşraya sürgüne gönderilişin tüm psikolojik unsurlarını donanmış olarak. Artık şehirdeydiler, ama hiç şehirli olamadılar. Dine dâir tüm zihnî ve amelî belirlenimlerini de tıpkı kırsaldaki gibi sıkı sıkıya muhafaza ettiler. Ortalığa sakal-bıyık risaleleri saçtılar. İstanbul’un Çarşamba’sında, Sultanbeyli’sinde ve büyük şehirlerin muhtelif semtlerinde kendilerine ait gettolarının değişik versiyonlarını oluşturdular. Dünyanın en çirkin camilerini inşâ ettiler ve ağır kokularını sürerek doldurdular camileri. Arabalarının arkasına ‘Hakimiyet Allah’ındır’ yazılı çıkartmalar yapıştırdılar. Şalvar, cüppe, sarık, çarşaf, eldiven ve siyah gözlükten oluşan ‘full-aksesuar’lı bir kıyafetin, nice bir takvâ(!) anlayışının ürünü olduğunu sergilediler cümle Türkiye’ye; takım elbiseli, üstelik kravat takan ve sakalsız hâlleriyle takvâdan bî-haber(!) Müslümanları istihzâ ve kibir ile süzdüler tepeden tırnağa.
Ve bu geleneğin on bir yıllık iktidarları: ‘Hüsran...’
Patlayan yolsuzluk dosyaları, para sayma makineleri ve kasaların içinde sıkışan mütedeyyin(!) iktidar hemen ardından bir TIR’ın altında kaldı, TIR’ın altından da Türkmen yalanıyla çıkmaya çalıştılar.
İktidara giden yolda attıkları ilk adım olan “değiştik” taahhütleriyle de hakikati dillendirmiyorlardı, yol boyunca söyledikleriyle de...
Bir yalan fırtınasıyla geldiler bugüne...
‘Kabataş’ta başörtülü bir kadın ve bebeği’ne onlarca kişinin saldırdığından tutunuz da, ‘camide içki içtiler’e, “TIR’ın içinde Türkmenlere yardım malzemesi vardı” ya kadar hep yalan söylediler...
17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının ardından Manisa’ya yaptığı gezide, açılışını yaptığı bir ana okulu ziyaretinde yanına oturduğu küçük kızın kendisine, “Ben seni hep haberlerde görüyorum” demesinin ardından gazetecilere dönerek, “Haberlerde hep beni takip ediyormuş” denilmesi bile alışkanlık halinde süregelen yalanlar zincirinin hazin bir halkasıydı.
Son olarak Cumhurbaşkanı’na gelen ‘ıslak imzalı’ mektubun bir ‘pazarlık teklifi’ olarak kamuoyuna takdim edilmesi çarpıtma formunda bir yalandan başkaca bir şey değildi...
Her iktidarın bir sonu vardır...
AKP iktidarının sonunun faturası yalnızca yolsuzluklar olmayacaktır..
Asıl faturası, bu ülkede İslâm adına söz söylenebilirliğinin ortadan kalkması olacaktır.
İslâmcılığın bu denli kirletildiği bu iktidarın ardından, artık uzun yıllar siyâset ve devlet bahsinde ‘İslâm’ dediğiniz, ‘İslâmi değerler’ dediğiniz ândan itibaren karşınıza AKP iktidarının bu değerleri ayaklar altına alan on bir yılı ve defoları çıkarılacaktır.
‘Yenilik ve değişim adı altında on bir yıldır iktidarda bulunanlar, siyâsal İslâmcılığın iflâsının ve geleceğe konulan siyâsî ve ahlâkî ipoteğin de müsebbipleridir...’