Ankara'da neler oluyor?
Yahya Kemal’in “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşüdür” sözlerinin özlemi ile hayatımın önemli bir kısmını yaşadığım Ankara’da kendimi misafir olarak görmeye devam etsem de, “Ankara’da neler oluyor?” sorusuyla şu günlerde daha fazla karşılaşıyorum. Bir nevi başkentte yaşamanın bedelini ödüyorum.
Yurdun çeşitli yerlerinden arayan okuyucuların yanında İstanbul’dan başkentteki sisli, puslu hatta gök gürültülü, sağanak yağışlı havalardan dolayı görüş mesafesi düşen dostlar soruyu “Ankara’da hava nasıl?”a çevirerek kurumlar arasında nelerin olup bittiğine dair bilgi almaya çalışıyorlar.
Doğrusunu isterseniz Ankara’da yeni bir şey yok. Daha doğrusu günlük ani gelişme ya da olağanüstü bir telaş yok. Gazete ve televizyon haberlerinde “Olağanüstü - flaş” terimleriyle cazip hale getirilen konuların hemen hepsi çok önceden planlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla Ankara’da her şey planlandığı gibi gidiyor. Ara sıra küçük yol kazaları oluyorsa da bunu mevsimin buzlanmasına ya da sise yormakta fayda var. Aksi halde “Dönüşüm” treni raydan çıkar ki bu kazanın siyasi ve sosyal sonuçlarındaki felaket senaryolarından bütün kesimler endişeli olduğu için seyredilmekten başka bir şeyin yapıldığını söylemek de zor.
Aslında Ankara’da nelerin olduğunu yılın son gününde “Bu gidişle devleti arar hale geleceğiz” diyen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel özetledi.
Siyasi nezaketin mumla arandığı dönemde iktidar saklasa da muhalefet bile “Devletin kanser” olduğunu açıkça ifade edemiyor.
Evet dostlar Ankara’da ağır bir kanser vakası yaşanıyor. Kimilerinin kurumlar arası çatışma olarak nitelendirdiği savaş, kanser hücrelerinin darma duman ettiği organların iflasından başka bir şey değil. Aşılama için vakit çoktan geçmiş, ilaç tedavisinin yan etkileri görme bozukluğundan hazımsızlığa, denge kaybından şiddetli ağrılara kadar bir yığın acıya sebep oluyor. Karaciğer işlevini kaybediyor. Kemoterapi ve radyo terapi gibi hastalığın ilerlediği evrede yapılmaya kalkışılan tedavi yöntemleri saç dökülmesinden tutun da ciltte kapanmayan yaraların açılmasına yol açtı. Kısacası vaka çok ağır. Acı ilaçların reçetesi okyanus ötesinden yazıldığı için “Allah’tan umut kesilmez” temennileriyle avutuluyor insanımız.
Hastayı Türk hekimlerine emanet edecek kudretli bir irade bulunmadığından hastane personeli günü geçirmeyi görevden sayıyor.
Öte yandan, kanserli hücrelerin temizlenmesi ile ilgili genetik çalışmaları başarıyla tamamlamış bilim adamları ve cerrahlardan oluşan heyet ameliyata hazır. Ama başhekim hazretleri hastanenin boya, badana işlerinden vakit bulamıyor. Bir de güvenlik elemanlarının başhekim yardımcısının arabasını çizdiği suçlamasına dayalı şikayetleri soruşturma komisyonu kurdurmakla uğraşıyor. Hastanın yoğun bakımda can çekişmesi pek umurlarında değil anlayacağınız.
Ankara’da nelerin olduğuna ilişkin sorulara en güzel cevabı Habertürk’ten Muharrem Sarıkaya vermiş. “Soğuk savaşın ardından gelen çağın yeni çatışma yöntemi asimetrik psikolojik savaş. Yeni arenası medya meydanında tüm unsurlarıyla hayata geçiriliyor” sözleriyle vaziyeti özetlemiş.
Bu arada 2010 ile beraber hükümet, hastaneleri de sınıflara ayırdı. A, B, C, D, E diye sınıflandırılan hastaneler hastadan yüzde 70 ek para alacakmış. En düşük katkı payı olan yüzde 30’luk ilave ücretle yetinecek koca Türkiye’de bir tek hastanenin listeye girdiğini duydunuz mu? Allah encamımızı hayır etsin. Devletin bile kanser olduğu dönemde vatandaş gidecek hastane bulamazsa şaşırmayacağım.