AKP sanki DTP'nin akıl hocası!
DTP Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesini istedi. Valimizi, yani devlet başkanımızı seçelim, her eyaletin ayrı renkleri, yani kırmızı-yeşil-sarı bayrağımız olsun dedi ve bizler de, “Bu Barzani’nin Güney Kürdistan’ına Türkiye’den bir Kuzey Kürdistan eklemedir” dedik ya; DTP’nin AKP’den kopya çektiğini söylemeyi unuttuk.
Hatta AKP’nin Türkiye’yi “Mahalli İdareler Yasası” ile eyaletlere dönüştürme hedefi DTP’ninkinden de beterdi.
AKP bu tasarıyla, Adalet, Enerji, Orman, Savunma, Milli Eğitim, Dışişleri Bakanlığı, Kültür, Sanayi, Ulaştırma, Tarım ve Sağlık bakanlıklarının taşra teşkilatlarını tasfiye ediyordu. Böylece mahalli idareler (yani eyaletler) eğitimden ulaştırmaya, enerjiden, kültür ve tarım politikalarına kadar bağımsız hale geliyorlardı. Hatta AKP tasarısında yerel yönetimlerin iç güvenliği sağlayacakları bile dillendirilmişti. AKP tarafından DTP’li bir yerel yönetime verilecek böyle bir imkân Kandil’deki PKK militanlarının “güvenlik görevlisi” olarak bellerinde silah, üzerlerinde resmî elbiseyle şehre inmeleri demek değil miydi!
Uzatmayalım.
Siz şimdi DTP’nin sözünün geçtiği Diyarbakır’da AKP zihniyetinde bir yapılanmanın var olduğunu düşünün. AKP tasarısında, DTP’nin meclis çatısı altında yazılı metin olarak dile getirdiği son talepleri arasında olmayan tek şey, her eyaletin kendi renklerinin olması değil mi! DTP, AKP tarafından hazırlanan Mahalli İdareler Yasası’nda yok diye kendi bayrağını ve Öcalan’ın posterlerini sokaklara, resimlerini de makam odalarına asmaktan vaz mı geçecek; tabii ki hayır.
DTP bütün bunları böyle bir yasa yokken bile yapmıyor mu!
* * *
DTP, eşkıyadan da beter!
DTP’li milletvekillerinin eline taş ve benzin şişeleri tutuşturduğu çocuklar üzerinde kırmızı hilal bulunan ambulansları hurda ve kömüre çevirmek için sokaklarda kol geziyor.
Bu çirkin ve acı tablo bizi geçmişe götürdüğünde bakınız neyle karşılaşıyoruz.
Yıl 1936, aylardan da kasımdır. 136 deveden oluşan bir kervan, yükünü Antalya’dan alarak yola çıkmıştı; Konya’ya doğru yol alıyordu.
Kızılay’ın Adana Yedinci İmdat Ekibi’nin kervanıydı. Çadır, yatak, yorgan, giyecek ve un, Konya’daki depolara ulaştırılacaktı. Develere yüklenmiş denklerin üzerinde “Türkiye Kızılay Cemiyeti” yazılıydı, cemiyetin sembolü kırmızı ay işareti de vardı.
Torosları aşmaya çalışırlarken birkaç el silah sesi duyuldu. Yüze yakın atlı eşkıya, ellerinde silahları olduğu halde kervanı çevirmişlerdi. Eşkıya başı öne doğru çıkıp sordu:
-Nereden geliyorsunuz?
Ona ekip başı cevap verdi:
-Antalya’dan geliyoruz.
-Yolculuk nereye?
-Konya’ya...
-Yükünüzde ne var?
Eşkıya başı, cevap almaya gerek görmeden develerden birine yanaştı.
Elde edecekleri ganimeti çok merak ediyordu. Deveye yüklü dengin üzerindeki kırmızı ay resmini görünce durakladı.
Okuma yazması yoktu ama Kızılay’ın sembolünü tanımıştı.
Adamlarına döndü, bağırdı.
-Silahlarınızı indirin. Bu, tüccar malı değil, Kızılay Cemiyeti’nin malı. Kızılay’ın malına dokunulmaz. Yürüyün, gidiyoruz.
Atını tepeye, ağaçların arasına doğru sürdü. Arkasından adamları da gittiler ve gözden kayboldular.
Kervan, yoluna devam etti.
Eğitimci yazar Hasan Kallimci, “Ben bu tarihî hatırayı, Dr. Orhan Yeniaras’ın yazdığı, İstanbul’da basılan Kızılay Tarihine Giriş adlı kitabından aldım” diyor ve ekliyor:
“Bu nasıl eşkıyalıktır?” diyenler, inanmazlarsa o kitabı temin ederek bakabilirler.
İnanmamakta da haklıdırlar, çünkü öyle bir zaman içindeyiz ki, 1936 yılının eşkıyasını bile arar olduk...