“Abdurrahman Çelebi”nin marifetleri

Kuduz köpeğin insanı ısırmasına döndü; Haber bile değil artık.
Isırır; vaka-i adiye.

***

PKK terör örgütünün “Bebek Katili”, “Cani” başının tutulduğu İmralı Adası, hani genellikle sahibinin illaki de “bir bilen”, “akil”, “ak saçlı” amca hatta dede olduğu sahaflar vardır. Dolandığı çarşaftan çıkamayanlar soluğu orada alır;
- Çöz beni ya ermiş!
Hıh, işte aynı öyle bir “ilham”, “deva”, “şifa” merkezi haline geldi!
(Allah’ım ne olur ağzımı-burnumu ters döndürme böyle yazıyorum diye; vallahi benim düşüncem değil ‘durum tespiti’ yapıyorum sadece...)
Milletvekilleri, Müsteşar dahil MİT görevlileri, siyasi iktidar temsilcileri, avukat kılığında, “yakini” kılığında cümle bölücüden oluşan bir kuyruk var adadan karaya.
“Olmaz” demekten vazgeçtik “oluyor” çünkü. Anlaşılan o ki gazeteciler, yazarlar, STK temsilcileri, sanatçılar vs. de eklenecek önümüzdeki günlerde “ceza” evi olarak tasarlanan İmralı’yı “kutsal bir ziyaretgâh”a, bir nevi “hac mekanına” dönüştürmekten sorumlu zevata.

***

Eh hal böyle olunca “Ali Kandil’e gitti”, “Veli Kandil’den mesaj getirdi”, “Ahmet PKK’lı katilleri kanaat önderine dönüştürme peşinde” türü başlıklar “haber”den dahi sayılmaz oldu; kavramın hakkını verir biçimde NORMALLEŞTİ.
Ülke pişmiş, hazmetmiş, sindirmiş kurbağalar cehennemi gibi.
Ama yine de, şehitler yatağı vatan toprağı ayağına diken gibi batan bir tek vatandaşı dahi kaldıysa bu ülkenin, onun umuduna, inancına, savaşına sahip çıkmak adına, bütün bu olup bitenin “normal olmadığını” yazmaya devam etmeli galiba.
Diyeceksiniz ki, “Bir karar ver artık sen de, ne yanardöner şeysin böyle”.
Öyle.
İnsanım ben de; gün oluyor “yazılması gereken her şeyin binlerce kere yazılıp da bir kere bile etki etmediği ortamda daha ne yazalım” yılgınlığına kapılıyorum ama, sonra o “bir tek direnen adam/kadın” çıkıyor karşıma.
Ona değer işte;
Onun hatırına yalanları tekrarlayanlar kadar çok tekrarlamaya değer gerçekleri.
Hasan Cemal’lerin Cengiz Çandar’ların olmadığı yerde Ankara-Kandil hattının Abdurrahman Çelebi’si gibi algılanır hale gelen Ruşen Çakır’ın Kandil’den yani PKK’nın bünyesindeki teröristlere evlatlarınızı nasıl katledeceklerini öğrettiği, ülkenin bölünme güzergahını hatmettirdiği kamptan, Ankara’ya yani bu ülkeyi yönetenlerin makamına “Kapımız her zaman açık” mesajı getirmesinin;
PKK’nın kurucularından Cemil Bayık’a, kendilerini “kurtarıcı” olarak konumlandırmalarına yarayan payanda sorular yöneltmesinin;
“Hıı o da mı gitmiş...” deyip geçilecek kadar SIRADAN bir hadise olmadığını dile getirmek gerek.
Bunun GAZETECİLİK olmadığını söylemek, söylemek, söylemek ve TOPLUM MÜHENDİSLERİni, PSİKOLOJİK HAREKATçıları bu sıfatı kullanamaz hale getirmek gerek.
Ki Türk milletini/devletini katiliyle, PKK’yla aynı cephede buluşturma tezgahı kurulamadan bozulsun.
Aksi halde... Baksanıza dayattıklarına;
“IŞİD’e karşı PKK’yla ortak mücadele etmeliyiz...”
Yakındır;
-Alıştı nasıl olsa “çalmaya” - Harbiye Marşı’nı “Yaşa Varol PKK” diye uyarlayıverir uğurlu fırıldak;
İnsan aklıyla dalga geçer gibi “insanlığın onurunu kurtardıkları için teşekkür bekleyen” Bayık çok beklemez;
“Hoş gelişler ola, IŞİD fatihi Bayık Paşa” nidalarıyla karşılanır Habur’da!

***

Aman diyeyim “Abdurrahman Çelebi” deyip geçmeyin;
Malum “ilmi”nden önce şehzadeleri “afyona alıştırmasıyla” duyurmuştur ismini kendisi!
Uyutur, uyuşturur, ne olduğunu anlayamadan “koro”da evlatlarının katillerine “şak şak” yaparken buluverirsin kendini.

Gün gelir manşetler susar Geride sade vefasızlık kalır

“Davutoğlu şanslı adammış” diyor Mehmet Tezkan;
“Attığı her adım ayakta alkışlanacak.. İşte bu diyecekler.. Yeni Türkiye’nin başbakanı böyle olmalı.. (...) Gittiği yerlerde Türkiye’nin uyumlu başbakanı diye anons edilecek.. Türkiye’nin buna ihtiyacı vardı denilecek.. (...) Bu hale, göz boyama mı dersiniz.. Yağlama yıkama adını mı koyarsınız.. Badana, boya, cila işleri diye mi adlandırırsınız bilemem..”
Peki şarkıdaki gibi;
Ya sonra?
Madem “Zeytindağı” ndan bir anekdotla başladık Ahmet Davutoğlu’na yolunun yolumuz olamayacağının nedenlerini izaha, oradan devam edelim.

***

Gün geldi “o manşetler, o alkışlar, o tezahüratlar” dindi.
“Tanık” Falih Rıfkı anlatsın; methiyatörlerin vefa zafiyetini:
“...Cemal Paşa Ali Kemal’in iftirasına yalnız ’Evet’ veya ’Hayır’ diye cevap vermek için hiçbir gazetede üç satırlık yer bulmaya muvaffak olmadı. Herkes kendi öz başının kaygısında idi. Eski kumandanımı son olarak Boyacıköy’deki yalısında gördüm:
- Param olmadığını bilirsin, dedi. Enver Paşa kendi elindeki kırk bin altından bir kısmını Talat’la bana verdi. Bunun birazını üç muharrire vermek istiyorum. Hiç olmazsa onlar beni müdafaa ederler.
Cemal Paşa bir iki gün sonra arkadaşlarıyla Karadeniz’e gitti. Bu haberi en önce, bütün harb yılları Cemal Paşa’dan yardım gören üç yazardan birinin gazetesinde ve en ağır hücumlarla karışık olarak okudum: Ferre, yefürrü, firârâ!” (Şiddet, hırs ve firar)
Orta Doğu’da yolları bolca kesiştiği için Cemal Paşa’yı hatırlatıyoruz Davutoğlu’na (ki Ermeni açılımında ısrar etmesin de Allah nihai akıbetini hatırlatmak durumunda bırakmasın).
Yoksa o kadar geriye gitmeye gerek yok; ortada işte “kardeşim Abdullah”ın uğradığı “saygısız” saldırı!
İbret olsun.

“Malaya” da lazım

Seçilmiş Cumhurbaşkanı, İstanbul’da kendisine çalışma ofisi/ikametgah olarak Vahdettin Köşkü’nü seçmiş.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın kendisini, Cumhuriyet’in kurucusunun kelle avcılığına soyunan, milli hafızaya “vatan haini” olarak kazınan, fermanlarıyla kurtuluş savaşı veren milleti bölen, “işgalciler”e teslimiyeti yetmezmiş gibi bir de “iç savaş” a yol açan bir “padişah” la bu denli özdeşleştirmesi evet kabul edilemez ama düşünsenize ya bir de “Bana Çankaya yakışır” deseydi!
Daha kabul edilemez değil mi?
Yalnız Köşk yetmez...
Dolmabahçe olmaz artık da, Çengelköy iskelesinden kalkmaya hazır, her dem teyakkuzda “Malaya” da lazım...

Yazarın Diğer Yazıları