AB’den ABD’ye kayan eksen
Avrupalı olmak, Türkiye’de “Batılı” ve “Modern” olmak hevesinin çok ötesinde “var olabilmek” amacıyla başlayan eski bir hikâyedir. Bu amaç uğruna Türkiye, yaklaşık iki yüz yıldır “Avrupalı” olmaya çalışıyordu. Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan bu süreçte Avrupalı olmak uğruna denenmedik yöntem, yapılmadık reform, atılmadık adım kalmamıştır.
1856’da imzalanan Paris anlaşması, Osmanlı devletini Avrupa devleti saydı. Osmanlı toprakları Avrupalı devletlerin garantisi altına verildi ve Avrupa hukukundan yararlanma imkânı söz konusu oldu. Ancak bu anlaşmanın imzalanmasından altmış dört yıl sonra da Osmanlı Devleti fiilen tarih sahnesinden çekildi.
Türkiye’nin hem Tanzimat hem de NATO macerası, bu stratejinin bir diğer biçimdeki uzantısıydı. Ancak Türkiye’nin attığı onlarca adım, Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını değiştirmemiştir.
Bu çerçevede Avrupa’nın Türkiye’yi bakışı değişmese de AKP iktidarının Avrupa’ya bakışında çok önemli değişmeler yaşanmıştır. Bugün Türkiye’de ağırlıklı olarak “Milli Görüşçü”, daha doğrusu “İslamcı-Doğucu” bir zihniyet iktidardadır. Bu zihniyetin görünen en belirgin vasfı, ABD’ci olmasıdır. Bu ekibin söylemdeki AB’ciliği bir amaç değil iktidar meşrulaştırma aracıdır. Özünde “doğucu”, “büyük doğucu” olan bu zihniyet, ABD üzerinde, AB ile ilişkilerini yönetiyor. AB’cilikten ABD’ciliğe geçişleri de pragmatik ve kıvrak tavırların sonucudur.
Obama ve Erdoğan’ın -ruh ikizi denilecek kadar- bölgede uyguladıkları politikaların birbirine yakın olması nedensiz değildir. Erdoğan hükümetleri, Obama’nın ABD’de iş başı yapmasıyla birlikte gerçek müttefiklerini bulmuş oldular.
Obama, müdahale edici, askeri harekât düzenleyici, işgalci Bush modelini terk ederek, müttefiklerinin üzerinden bölgeyi dizayn etmeyi bir doktrin olarak benimsemiştir. Obama, Orta Doğu’daki ateşte kavrulan kestaneleri almak için kendi ellerini değil Erdoğan’ın ellerini kullanmaktadır.
Bu durum, Başbakan Erdoğan’ın bölgede ön plana çıkartılmasını gerekli kılmıştır. Türkiye’ye yönelik olarak “Stratejik müttefik”, “rol model”, “ortak düşman” vb. kavramlar bu amaçla üretilmiştir. Bu yüzden Başbakan Erdoğan Mısır’da “laiklik” vurgusu yapmıştır. Yine bu yüzden Başbakan Erdoğan, önce Libya’ya NATO müdahalesine karşı çıkmış, ardından da NATO’yla birlikte Libya’ya müdahale kararı vermiştir.
Başbakan Erdoğan, bundan bir yıl öncesine kadar İran ve Suriye için dost, kardeş, komşu ve Müslüman ülke edebiyatı yapıyordu. Bugün aynı İran’a karşı füze kalkanı, Suriye’ye karşı da müdahale edecek organizasyonların başını çekiyor.
Suriye’ye veya İran’a yönelik olarak yapılan baskı, Türkiye’nin değil ABD’nin ihtiyaçlarıyla doğrudan ilişkilidir. Malatya’ya konuşlandırılan “Füze Kalkanı” Türkiye’nin ihtiyacı için değil, İsrail ve ABD’nin stratejik ihtiyaçları içindir.
Türkiye, açıktan bölgede küçük ABD rolü oynuyor. Türkiye’nin, “Kürt Açılımı” adı altında ABD’nin “Atlantik Konseyi” nin hazırladığı stratejiyi devreye sokması da AKP iktidarının üstlendiği bu rol ile yakından ilişkilidir. ABD bölgeden (Irak’tan) çekiliyor, Türkiye PKK sorununu bir biçimde çözüme kavuşturarak bölgede ABD’nin bırakacağı boşluğu doldurmak misyonunu üstlenmek zorundadır. Kuzey Irak’taki Barzani yönetimi Türkiye’nin fiili koruması altında ancak varlığını sürdürebilir.
ABD, bölgede gerçekleşen “Arap Baharı” denilen rejim değiştirme süreçlerinin sigortası olarak da Türkiye’yi görüyor. Model tartışmalarında Türkiye’nin öne çıkarılması da bu amaçla yakından ilişkilidir.
Bu nedenle Başbakan Erdoğan, aynen ABD jargonuyla Arap ülkelerine “demokrasi”, “laiklik”, “insan hakları” ihraç etmeye çalışıyor. Yine bu nedenle Cumhurbaşkanı Gül, “siz yapmazsanız, başkaları gelir yapar!” demek durumunda kalıyor. Başbakan Erdoğan, “eş başkan” olarak “bize böyle bir görev verildi” derken misyonun da bu bağlamdaki sınırını çizmiş oluyor.