Aa “terörist”e bak; askerlerin omuzlarında!
18 Mayıs 1944... “Rejimin ve vatandaşların hakiki milliyetçilik duyguları(!)na aykırı umdeleri uğrunda gizli cemiyetler oluşturan Irkçı-Turancılar”ı hedef gösteren bir tebligat yayınlandı.
Dün, Kocatepe Camii’nden son kurbanı Deniz Kurmay Albay Murat Özenalp’i uğurladığımız “cadı avı” o gün başladı. Ve bir daha hiç durmadı. “Mührün” bu ülkenin asli sahiplerinin eline geçmesine mani olacak her yol mübah sayıldı; askeri-sivil darbe dahil! Siyasi iktidarların “kendi milliyetçiliklerini”, “kendi milliyetçilerini” yaratma geleneği o gün başladı... 10 Kasım 1938’den itibaren inmeye başlayan perde bir devri kapattı yerine tövbe “marjinal” olmayan “makbul milliyetçiler” çağı açıldı!
***
19 Mayıs 1944... Cumhurbaşkanı “Başkomutan”lık üniformasını çıkardı, kürsüye çıkarken üzerinde yıllaaaar sonra yine duyacağımız “bu davanın savcısı benim cüppesi” vardı; iddianame yazdı:
“Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. (...) yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisi’nin mevcudiyetinin aleyhinde teşebbüsler karşısındayız.”
Halbuki o “yaldızlı fikirler” sayesinde kazanılmıştı Kurtuluş Savaşı! O “yaldızlı fikirler”in ışığı olmasaydı Anadolu’nun mahkum edildiği karanlığı aydınlatmak imkansızdı. O “yaldızlı fikirler”di “Cumhuriyet”in mayası.
Şimdi “terörle mücadele eden komutanlar mı terörist” diye isyan ediyorsunuz ya; aklın, mantığın, hukukun, adaletin “yaman çelişkiler”e kurban edilme miladı, o gün, “cumhuriyeti kuran fikrin, cumhuriyet için tehdit” varsayılmasıydı!
***
Hani, nerede bir mikrofon bulsa “densiz, örgüt, haşhaşi, sahte peygamber, ahlaksız, namussuz, iftiracı, kumpasçı” diye bas bas bağırdıklarına “12 yıl boyunca ne istedilerse verdi” ya... Ve “kumpasçılar” dışarıda, bu ülkenin “milli ordu”sunun alınları analarının sütü gibi ak mensupları içeride ya...
Hıh, aynı;
1942’de dönemin Başbakanı TBMM’de “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız” diye bağırırken, ne kadar “Türk-Türkçü düşmanı” varsa, devletin “hücrelerine” sızdı. Ve 1944’te yargılananlar yazık ki “devletin içine hatta beynine sızan Türk düşmanı virüsleri, rejimin hangi eller tarafından, neye dönüştürüldüğünü” açığa çıkaranlardı!
***
Nihal Atsız “Gizli cemiyet, şifre, parola, telsiz, hükûmet darbesi, vatan ihaneti gibi efsanelerle dünyayı velveleye veren şahsî düşmanlarının, boş ve hayâlî iddialarını zorla ispat etmek için mâsum insanlara, gerçek yurtseverlere savurdukları iftiraların dâvâsı” olarak tanımlamıştı Türkçülük-Turancılık Davası’nı...
Balyoz’u nasıl anıyor mağdurları?
“Asrın iftirası!”
Türkçülük-Turancılık Davası’nda, Savcı Kazım Alöç, “Biz bunları yüksek mahkemenin huzuruna hükümeti devirmeye kalkışan vatan hainleri olarak çıkarmış bulunuyoruz” deyince, “sanık” durumundaki dönemin fikir, bilim adamları, subayları hep birden ayağa kalkıp “Biz vatan haini değil, Türk milliyetçileriyiz. Bu sözü aynen savcıya iade ederiz” demişti;
Silivri mahkemelerini izleyenler bilir, benzeri sahnelere çok şahitlik etmiştir.
“Sanık”lardan Alparslan Türkeş olmayan suçunu savunmaya “Kelimenin mutlak manasıyla milletsever bir Türk subayıyım” diye başladı;
Yayınlıyorum işte Hasdal’dan, Mamak’tan, Hadımköy’den, Sincan’dan, Şirinyer’den gelen mektupları. Yüzlerce kere okumadınız mı aynı satırları...
***
3 Mayıs 1944 günü Nihal Atsız’ın yargılanmasını protesto için Ankara Adliyesi’nden Ulus’a yürüyen yüzlerce üniversite öğrencisinin “kafaları yarıldı, gözleri patladı, bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı”. 165’i gözaltına alındı. “Düzen düşmanı” ilan edilenler, yazdım işte akademisyenlerdi, öğretmenlerdi, tıp doktorlarıydı, yazarlar, şairlerdi, subaylardı, mühendislerdi... Vatan haini diye yargısız infaz edildiler. Tabutlukluklara atıldılar; ki diri diri gömülmek demekti... 500 mumluk ampuller altında bekletildiler, vücutları kanırtıldı... Engizisyonu aratmayan işkencenin izlerini bir ömür taşıdılar vücutlarında... Bazısı sakat kaldı...
Haftanın 3 günü, toplam 65 oturum boyunca canlarını fedaya hazır oldukları devlete kast etmek gibi bir niyetleri olmadığını ispata çalıştılar... Sahtelik bizzat “savcılık makamı”nca yapıldı... Tıpkı Silivri mağdurlarının ortaya çıkardığı “sahtelik külliyatı” gibi, Nihat Atsız satır satır ifadelerindeki tahrifatları anlattı:
“Ben “bedava broşür verelim” diyorum, o bunu “gizli broşür” şekline sokuyor.
Ben “Türk illerinin dünkü, bugünkü sınırları” diyorum, o bunu “yarınki sınırlar” diye tahrif ediyor.
Ben “millî ülkülerin üçüncü merhalesi cihanı kaplamaktır” diyorum, cihanı istilâya kalkıştığımızı ilân ediyor...”
Davanın hakimlerini bile isyan ettiren, istifa ettiren bir hukuksuzlukla boğuştular...
O mahkemeden bu mahkemeye pinpon topu gibi dolaştırıldıktan, iki yıl tutuklu kaldıktan, işkenceye uğradıktan sonra nihai sonuç:
3 Mart 1947’de, 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, 3 Mayıs 1944’teki o yürüyüşü “milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisi” olduğunu söyleyerek bütün sanıkları beraat ettirdi!
Dün, Deniz Kurmay Albay Murat Özenalp’in cenazesini izlerken aklıma o karar geldi.
Baktım “Türk bayrağı”na sarmışlar “terörist”i.
Askerler omuzlarında taşıdılar!
Denizcisi, karacısı, havacısı jilet gibi üniformaları sırtlarında, ip gibi sıraya dizildiler, “terörist”in karşısında “esas duruş”a geçtiler...
“Resmi tören”le uğurlandı “terörist”!
Kocatepe’nin avlusu yıkıldı;
- Hakkınızı helal ediyor musunuz?
- Helal olsun teröriste!
Beraat işte!
***
Ve fakat neye yarar?
Vermeseydiniz “sarı öküz”ü keşke!
Sarı öküz Nihal Atsız’dı, sarı öküz Orhan Şaik Gökyay’dı, sarı öküz Zeki Velidi Togan’dı, sarı öküz Alparslan Türkeş’ti...
“Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi” ne açılan savaşta ilk balyoz 1944’te onlara indi!
Hazin olan, 70 koca yıl bile bunu idrake yetmedi!