88 yıldır yas tutuyorlar; kalkıp Cumhuriyet’i mi kutlayacaklar

“Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden
bir an feragat etmesin.”

***


“Tarihimizi tetkik ediniz, Türk’ün çektiği bütün felaketler; maruz kaldığı tehlikeler ve musibetler hep kendi özbenliğini, milli varlığını ihmal ederek, nereden geldikleri ve ne oldukları, hangi nesle mensup oldukları belirsiz bir takım kimseleri kendisine reis tanıyarak, onların şuursuz bir vasıtası olmak mevkiine düşmüş olmasıdır”
M. Kemal ATATÜRK


İkinci Abdülhamid anılarını, “Bu yenilginin müsebbipleri var, hainleri var, suçluları var, yardakçıları var... Koskoca bir ülke kaybetmenin acısı içinde çırpınan vatan evlatlarına, her şeyi doğru görmeleri, doğru değerlendirmeleri için yazıyorum. Kimi suçlayacaklarını bilsinler, kimin yakasına yapışmak gerektiğinde şaşırmasınlar diye... Tarihin hükmünü beklemeden, dosdoğru düşünebilsinler, bir daha ne yapmaları gerektiğini idrak etsinler diye” yazmıştı.
Kişisel tarihim Osmanlı padişahına kıyasla hayli kısa olsa da, ben de aynı duygularla bir kayıt olsun istiyorum AKP iktidarına denk gelen “neo-müterake” yıllarına dair tarih sayfalarında.
Nutuk’la yapsam girizgahı acı ki hedefine varmazdı; çünkü bu süre zarfında nesillerin beyni yıkandı, zihinleri referansı Atatürk olan satırları okumadan red edecek biçimde karıldı.


Ciğerlerimde yabancı eller
Yine 2. Abdülhamid “ciğerlerinin üzerinde gezinen yabancı elleri” tarif ederken “Yabancı devletler, kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişse, devlet güven içinde olmazdı” diyordu.
Doğruydu. Bugün Irak’ta 1.5 milyondan fazla sivil, masum Müslüman’ı katleden Amerikan askerlerinin ülkelerine sağ salim dönebilmeleri için dua eden, gözyaşı döken idarecilerimizi hiç de aratmayacak biçimde, o gün de, Anadolu içlerine ilerleyen Yunan işgalcilere “Bu ordu bizim ordumuzdur” diyen Adliye Nazırı Ali Rüştü Efendi ve benzerleri Osmanlı’nın son umutlarını dinamitliyordu!
Hani şu “dayatma yasaları”nı kabulle çağlaşacağını, demokratikleşeceğini umanlar var ya... Hıh işte o misaldi Atatürk’ün “Osmanlı hükümeti kendini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmeye muvafakat etmiştir” dediği Mondros’un imzacıları. Onlara da sorarsan “İngilizler çok açık kalpli ve samimi hareket etmişlerdi. Bu mütareke ile devletimizin istiklali ve saltanatımızın hukuku tamamıyle kurtarılmıştı.”


Türklükten istifa ettiler
Kulak verin, 1994’te, “Yahu milletin bütünlüğü ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ ifadesi ile sağlanır mı” diyen Tayyip Erdoğan’ı andırmıyor mu Mesut Fani’nin Türk bayrağından yakınışı:
“400 yıldır altında yaşadığınız bayrak denilen o kırmızı paçavradan ne fayda gördünüz?”
Bakın 1992’de, “Ne Mutlu Türk’üm diyene lafını tutup her yere yaza yaza Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür” diyen Abdullah Gül gibi düşünüyormuş belli ki Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi:
“Yalnız Müslüman ve insan Olarak kalmak üzere Türklükten Şeref ve izzetimle istifa Ediyorum, Allah’ın huzurunda!..”
Tarih şuuru noksan demek ki. Ferda gazetesini bilseydi, “Türkiye’de 75 yıldan beridir resmi ideolojinin inkarcı, asimilasyoncu, baskıcı davrandığını açık seçik söylemeli ve resmi ideolojiyi yüksek sesle sorgulamalıyız” demek için 1991’e kadar bekler miydi? “Resmi ideoloji” dediği Türk Milliyetçiliği Ferda’da yüz yıl önce zaten lanetlenmişti:
“Milliyetçilik demek çetecilik demektir. Soygunculuk ve yağmacılık demektir. Milliyetçilerin amacı milleti soymak aç bırakmak ve tamamen öldürmektir.”
Sonra şehitlere “kelle” dedi diye de çok büyük haksızlık yapmışız Başbakanımıza, ya bir de referanslarına uyup da Nemrut Mustafa gibi “köpek ölüsünden farkları yok” deseydi!
Abdullah Gül 1996’da, “Diğer partiler devletin kutsal olduğuna inanıyor ama biz buna inanmıyoruz” sözleriyle Türk’ün devletiyle bağını koparıyordu; Derviş Vahdeti “Bizim kavgamız toprak için değil, toprak nemize lazım; memleketi ister Rusya ister başka millet alsın yeter ki dinimize dokunulmasın” diyerek Türk’ün vatanıyla!
Çok kızdık “özel temsilci” sıfatıyla “PKK’lı teröristlerle” Oslo masasına oturan Hakan Fidan’a ama, Agamemnon zırhlısında “işgalci” Amiral Calthorpe’un ayağına giden Rauf Bey farklıydı mı!


Takiyeden vazgeçtiler
1993’te, “Mevcut anayasada gerçekten çoğulcu diyebileceğimiz yeni ifadelere, yeni renklere müsaade edilmemektedir” diyen “muhafazakar-liberal” Abdullah Gül’ün her fırsatta savunageldiği “adem-i merkeziyetçiliğin” bu topraklardaki ilk neferlerince kurulan Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin Adana Şube Başkanı Hafız Mahmut şöyle vaaz ediyordu 1920’de Memiş Paşa Camii’nde:
“Kuvayı Milliye yalandır maskedir. Buna katiyyen inanmayın. Bu heriflere inanmak cinnettir. Bunların hepsi yağmacı güruhudur.”
Vaktiyle “ecdadı!” Musul’daki 6. Ordu kumandanı Ali İhsan Paşa’ya “Musul’dan geri çekil” emri veriyordu, şimdi “torunları” Türk Silahlı Kuvvetlerine “aman” diyor “Kandil’e Türk bayrağı dikme!”
Elleri kelepçeli genelkurmay başkanlarının, aydınların, siyasilerin “sürgünleri”ne nasıl ellerini ovuşturarak “Sehpalar bu adamlara layık değildir. Koparılması lazım gelen bu kafalar kütükler üzerinde kesilip günlerde senk-i ibrette kalmalı” diye destek verdiyse Refi Cevat Alemdar’da; bu zamanda, bu tarafta da aynısını yapmıyorlar mı aslında!
“Kürt milleti necibesini İngiliz altınlarıyla iğfale çalışan vatan haini Celadet” ten ne farkı var Amerikan dolarlarıyla Ortadoğu’yu iğfalcilere pazarlayanların!
Nihayetinde “Ya Mustafa Kemal’in üzerine bir ordu göndermemize izin verin, ya da siz bir askeri kuvvet göndererek stratejik noktaları işgal edin” diyen Damat Ferit’in makamında, “Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır. Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme veya başka herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur” diyen bir fikirdaşı oturuyor hâlâ!
Van’daki “yer sarsıntısı” bahane...
Onlar 29 Ekim 1923’te şuuraltlarında yaşadıkları “büyük deprem”in “yarası”nı sarıyorlar sözüm ona; “ceberrut devlet”ten intikamla!
Düne kadar altını oyarken kutluyormuş gibi yapıyorlardı;takiyeden vazgeçtiler; hepsi bu!
Dile kolay tam 88 yıldır “yas” tutuyorlar; kalkıp bir de Cumhuriyet’i mi kutlayacaklar!


Milli can çekişme
Ne de olsa 3 Kasım 2002’de “Türkiye yeni bir döneme girdi.”
Yeni dönemin yol haritası 2001 yılında, müstakbel AKP’liler için hazırlanan kitapçıkta şöyle çizildi:
“- Üniter devlet üniter topluma hayır!
- Çok dilli bir toplum.
- Çok etnisiteli, farlılıklar içeren bir eğitim müfredatı.
-Milliyetçi veya Türkçü elitlerinden kaynaklanan - Kürt sorunun Ankara’nın resmi ideolojisinin revizyonuyla çözülmesi.
- Ordu ve demokrasi çelişkisini giderecek dengenin kurulması...”
Yüzbaşı Selahattin Bey, mütareke İstanbul’unu anlatırken “Aranıp da bulunamayan yalnız Türklüktü... Türk, Türklüğünü bir günah gibi saklayarak kenara çekilmişti” diyordu ya... Biz de o yol haritasının uygulamaya konduğu günden bu yana geçen 9 yılın sonunda Celal Nuri’nin tarihi satırlarıyla anlatıyoruz derdimizi:
“Artık kulak duymaz burun koklamaz beyin hissetmez göz görmez olmuş. Hiç kimse Türk değil... Türk oğlu Türkler bile annesine veya büyükannesinin akrabalarından birine danayarak Arnavutluk, Çerkezlik, Gürcülük Araplık iddiasında. Kısaca bir milli çöküş, bir ırkın tükenişi yaşanıyor ki anlatmak mümkün değil. Ancak “milli can çekişme” deyimi ile bu tarihi durum anlatılabilir...”


Tıbbiyeli Hikmet yeter
“Milli can çekişme” halini “milli mücadele”ye dönüştürebildiysek bir kere...
Varsın kaldırsınlar bütün bayramları; aynısını başarabiliriz yine.
Birkaç Tıbbiyeli Hikmet yeter bize!
Onun için bugün benim gözüm Cumhuriyet’e kurulan “Yeni Anayasa” tuzağını bozabilecek yegane irade olan TBMM’de;
“Millete vekalet” ediyor olmanın gücüyle, “Ben buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderildim. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ederiz.” diyecek bir kaç vekil...
Gerisini bu millet getirir.




Kadastrocu bile ondan iyi yönetir

Daha bir hafta bile olmadı, diyordu ki:
“TRT genel müdürlerinin görev süresinin kanunla 4 yıla getirilmiş olması rastgele bir şey değil. Demek ki 4 yıl yeterli bir süre ki 4 yıl koymuşlar. Ama ikinci bir 4 yıl seçilme veya göreve devam etme şansı varken, bana sorarsanız, kısmen yorulduğumu hissediyorum... Yeni bir ismin TRT’yi çok daha iyi yerlere taşıyacağına inanıyorum...”
Dün “TRT Genel Müdürlüğü için aday başvuruları listesi” açıklandı.
Aaaaa bir de ne görelim; o yorulan, o yeni bir ismin daha faydalı olacağına inanan, o 4 yılı yeterli bulan İbrahim Şahin de var adaylar arasında!
Onunla beraber Bakanlar Kuruluna teklif edilecek 3 isim arasına girmeyi bekleyen 41 kişinin niteliklerine şöyle bir baktım da; Şahin’İn işi bu sefer zor valla... Baksanıza, “devletin radyo ve televizyonunu yönetmek” için Sağlık Bakanlığı Başmüfettişi talip olmuş mesela. Son dönem yayın politikasının akıl sağlığımızda yarattığı tahribatı gidermek için iyi bir seçim olacaktır mutlaka! Yahut Kredi ve Pazarlama Uzmanı var; yandaşların cebine bağlanan “hortum” konusuna “profesyonel” bir bakış açısı getirebilir.
Tapu ve Kadastro 1.Bölge Müdürlüğü Kadastro Teknisyeni de varmış. Keşke atansa, şahane olur; yayıncılıkla ilgili hiçbirşey bilmiyor olsa ne gam, en azından “vatan toprağı”nın kıymetini bilir. Toplum mühendisliğini ona göre yönetir. Mühendis demişken; adaylardan biri de Makine Mühendisi! Öteki Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Uzmanı; istermisiniz o sigarayı, bu dumanı, o kadehi kapatacağım derken botanik parkına çevirsin TRT ekranını... Şaka bir yana, şöyle bir geçen 4 yılı hatırlayınca, en yayıncılıktan bihaberini de getirseler; İbrahim Şahin’i aratmaz gibi geliyor insana!
Zaten aratmasın da!




Sorulacak soru bünyede durmaz

Son iki günün en popüler sorusu şu: “Deprem için toplanan vergilere ne oldu?”
Soru o kadar popüler ki dün Latif Demirci de çizdiği karikatürde kahramanına bu soruyu sordurtmuş:
“Sorumu duyan var mı? Deprem vergilerine ne oldu?”
Bu sorunun bu denli popüler olmasına, biraz da hükümetin bu sorudan hoşlanmadığı izleniminin doğması neden oldu.
Mesela TRT’deki programda bir konuk konuyu dile getirir getirmez sözü kesilmiş.
Oysa açık gerçek şudur:
Türkiye’de her şeye rağmen her soru
sorulur. Sorulacak soru bünyede durmaz, mutlaka bir mecra bulur kendine...
Diyelim ki TRT’de konuğun birinin soruyu sormasına engel oldunuz, soruyu sormasını hiç beklemediğiniz başka bir konuk, tutup da aynı soruyu sormaya kalkarsa ne yapacaksınız? Diyelim ki onu da engellediniz, peki başka bir konuğu nasıl susturacaksınız? “En iyisi konuk almamak” derseniz, bu sefer iş konuk alan diğer televizyon kanallarına sirayet edecektir. O kanallar da birini sustursa, diğerini susturamaz. Konuklardan birinin ağzından çıkıverir o soru...
Bütün televizyonları, bütün gazeteleri kontrol altına alsanız bile başaramazsınız o sorunun sorulmamasını... Sosyal medya var... Oradan çıkan gür sedayı nasıl bastıracaksınız? Demem o ki: Sorunun sorulmasına engel olacağınıza, cevabın verilmesini sağlayın... Böylece çok daha az gerilim olur.
Ahmet Hakan / Hürriyet

Yazarın Diğer Yazıları