5 Kasım bir milattır
Amerika Birleşik Devletleri, 5 Kasım itibarıyla, Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devletine açıkça sahip çıktı
5 Kasım’dan önce...
Türk ordusu sınır ötesi operasyona hazırdı.
5 Kasım’dan sonra...
Türk ordusu sınır ötesine, büyük çaplı operasyon yapmayacak...
Neden?
Gerek kalmayacak... Çünkü ABD “anlık istihbarat” verecek.
Anında vuracağız...
(Enemy of the state filminden sahneler tam burada girer..!)
5 Kasım’dan önce...
Barzani PKK’ya “yataklık” yapıyordu...
5 Kasım’dan sonra
İçinde Barzani geçen bir cümle duyan oldu mu?
(Kuzey Irak’taki siviller hedefimiz değil o anlama gelmez di mi?)
5 Kasım’dan önce...
Tüm gözler Başbakan Erdoğan’daydı...
5 Kasım’dan sonra...
3 orgenerale bakıyoruz...
(Fonda alkışlar...)
5 Kasım’dan önce...
PKK terör örgütüydü...
5 Kasım’dan sonra...
PKK düşman ilan edildi.
Terör örgütünün düşman olmadığını da anlamış olduk.
(Fonda siyah beyaz bir Chomsky saçını başını yolar...)
5 Kasım’dan önce...
Genelkurmay ABD’yi suçluyordu...
5 Kasım’dan sonra...
Genelkurmay ABD ile ortak çalışacak...
(Loş mekanda onlarca plazma ekran, uydu görüntüleri, koşuşturan rütbeliler ve durmadan çalan kırmızı telefonlar)
5 Kasım’dan önce...
Ben, “bu görüşme çok önemli...” diyordum...
5 Kasım’dan sonra...
“Bu kadarını ben bile beklemiyordum...” diyorum.
(Kafasını duvara vuran
Akinan...)
Uzun lafın kısası...
Güleriz ağlanacak halimize...
Neden mi?
Şundan...
ABD, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurduruyor.
Türkiye Kerkük’ü de içine alan bir Kürt devletini “casus belli” yani savaş sebebi sayıyordu.
Düne kadar bu söylediğim devlet politikasıydı.
5 Kasım itibarıyla, şayet süreç değiştirilmezse, Kürdistan’ın kurulması artık “casus belli” değildir.
“Anlık istihbarat” ve “üçlü askeri mekanizma” ile ABD AK Parti’nin üzerinden devasa bir yükü aldığını düşünüyorum.
Bush-Erdoğan görüşmesinde Barzani’ye yönelik en ufak bir ifade olmaması çok dikkat çekicidir.
Nereden nereye geldik kısaca bir bakalım mı?
Karakollarımız basıldı.
Evlatlarımız şehit düştü...
Tezkere istediniz.
Millet verdi...
ABD, 5 Kasım itibarıyla, kurulacak bir Kürt devletine açıkça sahip çıktı.
Kerkük referandumuna aylar kala nasıl bir strateji oluşturacaksınız?
8 gariban askeri suçlamayı bi yana bırakın da bu ciddi meseleye bi bakın.
* Serdar Akinan / Akşam
Hangi istihbarat?
Bir süre terörle mücadele koordinasyonunda yer alan emekli orgeneral Edip Başer dün televizyon kanallarında konuşuyordu.
Başer’in bir sorusu çok dikkatimi çekti. Diyordu ki “Amerika madem istihbarat verebiliyordu, bugüne kadar niye vermedi?” Çok yerinde bir soru. Başer Paşa teröre karşı koordinasyon ekibinde bunun için çok çaba harcadı. Ama bir gelişme olmadığını görünce işi bıraktı.
Sahi Amerika neden istihbarat vermiyordu ki? Ve ikinci soru, benim Silahlı Kuvvetlerim sınır sızmalarını önceden saptayacak teknolojiye sahip değil mi ki Amerika’dan medet umuyor.
Milyar dolar ödediğimiz Avacs uçakları bu iş için kullanılamıyor mu? Terörle düzenli ordunun mücadele edemeyeceğini herkes bilirken, bizim anti terör timlerimiz yok mu? Yıllardır o bölgede deneyim kazanmış olmamız gerekirken, istihbarat için neden Amerika’ya muhtaç kalıyoruz.
Sanırım bu sorular heyecanlı görüşmeler nedeniyle pek akla
gelmiyor.
* Can Ataklı / Vatan
‘Hamdolsun’mu?
BARZANİ tedip edilecek mi?
Hayır...
Kapsamlı bir operasyona yeşil ışık yakıldı mı?
Hayır...
PKK’nın Kuzey Irak’ta barındırılmasına son verilecek mi?
Hayır...
PKK’nın elebaşıları Türkiye’ye teslim edilecek mi?
Hayır...
ABD, Barzani ile Türkiye arasında bir tercih yapabildi mi?
Hayır...
PKK terörü, Bush görüşmesinden sonra duracak mı?
Hayır...
Herkesin “Tamam, istediğimizi aldık” diyebileceği bir sonuç çıktı mı?
Hayır...
ABD, fazladan yeni tek bir şey vermiş midir?
Hayır...
Kısacası...
“Eski hal” aynen devam etmektedir.
Cephede değişen pek bir şey yoktur...
Bu durumda...
Başbakan Tayyip Erdoğan, neden fazla vurgulu olmasa da bir “bayram havası” estirmeye gayret etmektedir? Neden mahcup ve çekingen bir edayla da olsa, “Hamdolsun, istediğimizi aldık” diyerek Allah’a şükretmektedir?
Erdoğan ne istiyordu Allah aşkına! Ve ne aldı? Erdoğan’ın yaptığı “Tezkereyi kullanacağız” açıklamasının Türkçe meali, “Kandil’i biraz havadan bombalayıp kamuoyunun gazını alacağız” değil midir?
Daha da önemlisi...
Ortada gerçekten...
“Hamdolsun” denilecek, şükredilecek bir durum mu var?
Yoksa...
“Kahretsin” deyip geçmek mi gerekiyor?
* Ahmet Hakan / Hürriyet
GÜNÜN SORUSU
Madem Amerikamız var bu kadar büyük orduyu niçin besliyoruz?
* Necati Doğru / Vatan
Sınır Değiştirilmelidir
Aslında, Türkiye’yi şu sıra yönetenlerin yapmaları gereken tek ciddi iş, Türk-Irak sınırının değiştirilmesini resmen istemekten ibaret olmalıdır.
İstem, Irak makamlarına yönelik görünse de gerçekte işgal ordusuyla o ülkeye egemen olmuş olan “stratejik müttefik” ABD’ye yönlendirilmelidir. Zaten o sınırı çizdiren de manda altındaki Irak değil, 30 Ekim 1918 “ateşkes” inin koşullarına uymayıp kuzeye çıkan İngilizler olmamış mıydı? Bu sütunlarda defalarca belirtildiği gibi, Lozan’da uzlaşma olmayınca ikili konferansa ve ardından Milletler Cemiyeti’ne aktarılan sorun, emekli bir Estonyalı generale çizdirilip o sıra başı dertte olan Ankara hükümetine kabul ettirilen bir sınırdır. Irak, o sınırı kendi kanıyla çizmiş değil ki?
Türkiye, savunulması olanaksız, arazi durumu dolayısıyla önlem dinlemeyen, çeşitli yerlerinden kalbura çevrilmeye elverişli olan o sınırın değiştirilmesini ve askerlerce incelenip kararlaştırılacak bir çizgiye kadar güneye çekilmesini istemekte yerden göğe haklı olacaktır.
Ne yazık ki, bu çağın diplomasisinde de hâlâ geçerli olan yöntem, haklı hedeflerin arkasına askeri gücün ağırlığını koymak biçiminde özetlenebilir. Diyelim ki, bu ülke halkının özverileriyle oluşan TSK’nin gücünü sonu belirsiz operasyon hevesleri için kullanıp başka genç canları da feda etmek bir maceradır; peki herkesin güvenini ve saygısını hak etmiş olan bu müthiş güç, haklı bir davanın hiç değilse diplomasi yoluyla kazanılması için siyasileri zorlayamaz ve ağırlığını bu davranışın arkasına koyamazsa ne için ve ne zaman koyacak?
* Mümtaz Soysal / Cumhuriyet
Basın toplantısında görgü
Bugün de Dil Yâresi’ni bile ihmal ederek siyaset yâresi üzerinde duracağımız tuttu. Daha doğrusu, yönetenler ile yönetilenler arası iletişim kopukluklarının altını çizme ihtiyacı.
Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş birlikte açıklamalarda bulunmuşlar. Başlıca konu İstanbul’un su durumu.
Eroğlu söze, hayli yüksekten alarak girmiş:
- Bundan sonra kaçak yapı, turizm alanlarında sanayi tesisleri, yeşil alanların yapılaşmaya açılması gibi durumlar söz konusu olmayacak. (İstanbulluya bu söz neyi hatırlatır? Alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar, diyen bir meseli.)
Su getireceğiz diye Istranca ormanları yok ediliyor, diyeni de susturmuş: ‘Beş yıda 2 300 000 hektar alanda, Avrupa’nın pek çok devletinden daha büyük bir alanı ağaçlandıracağız. (Debreli Hasan’ı hatırladınız mı?)
Bakan’ın tepesini attıran, ’Melen’den kaç metreküp su geldi? Barajlarda etkisi hissedildi mi? sualleri olmuş:
- Siz su uzmanı mısınız, diye terslemiş soranı. Melen’den şu geldi, bu geldi. Ne yapacaksınız? (Vatan, 6 kasım).
Dahası var, ama bu kadarı da yeter. Hükûmet adına cevap veren bakan ile okurları (yani bilcümle yönetilenler) açısından sual soran gazeteci arasındaki şu konuşma, yöneten-yönetilen iletişiminde bulunduğumuz durumun ifadesidir. Bu tarzı ve üslubu tez elden yükseltmemizde zaruret var. (Muhabir Hakkı olarak ben, bu bakanın gelecek toplantısını takip görevini reddederdim.)
* Hakkı Devrim / Radikal