43 yıl geçti; Dursun’lar durmuyor “evlat katli” devam
Ertuğrul Dursun Önkuzu, “öğrenci oyları” diye klişeleştirdiğimiz, hunharlığın sıradanlaştığı “sürecin” ilk “kurban” larından biri. “Kurban” evet; çünkü -elbette ülküsü uğruna- ama göre göre, bile bile “feda” edildi.
O inanmış Türk gençlerinin, uğruna “can” verdikleri “vatan”ın perişanlığı şimdi lâl ediyor “vicdan” sahiplerini; kirlenir diye anmaya korkuyoruz isimlerini.
Onların bütün dünya nimetlerinden vazgeçerek sürdürdükleri mücadeleyi, dünya nimetleriyle irtibatı koparmayı başarıp da nihayete erdirememenin ezikliği içindeyiz çoğumuz; sızlatıyor muyuz diye kemiklerini...
Katledildiğinde henüz 22’sinde, kardeşimin yaşındaydı ve hep öyle kaldı, hiç yaşlanmadı; dolayısıyla anarken ben de “Dursun” diyorum birçoğunuz gibi.
***
Geçtiğimiz hafta sonu, Dursun’un 23 Kasım 1970’de şehit edilişinin 43. yılıydı. O’nun “sancı” sıyla bugüne kadar roman yazıldı; şiir, şarkı... Ama ilk kez dün, -Dursun kanlı kefeniyle emanet edilirken toprağın bağrına henüz hayatta dahi olmayan- yeğeninin kaleminden okudum; “insanım” diyeni nefessiz bırakan o hazin ve bir türlü yapılmasına müsaade edilmeyen, işkenceye döndürülen “son yolculuğu” ...
Yazı bitti sızısı kaldı. Azalır mı bilmem ama paylaşmasam, ruhuna yollarsınız diye umud ettiğim birer Fatiha’ya vesile olmasam olmazdı. İşte, şimdi üniversite öğrencisi olan ve “Dursun Önkuzu’nun yeğeni olarak dayımı ne yazık ki tanımadım. O şehit olduğunda annem Zübeyde Önkuzu sekiz yaşındaymış” diyen Alptekin Uzun’un satırlarıyla hiç görmediği “Dursun dayı” sının vedası:
“...Bir Zile dönüşü... 23 Kasım 1970... Pazartesi sabahı... Mübarek ramazan ayının 27. Günü... Dursun, öğrenci olaylarından dolayı tatil edildiğinden habersiz, iki arkadaşı ile birlikte okulun yolunu tutmuş. Okula vardıklarında, etraflarını saran komünist militanlar tarafından rehin alınmış. Köycülük odasına çıkartılmış. Ciğerlerini bisiklet pompasıyla patlatmaya kadar varan akıl almaz işkencelere maruz kalmış.
O ölümle pençeleşip feryat ederken, emniyet kuvvetleri dışarıda “bekliyor”larmış; iki gündür Dursun’u arayan arkadaşları gelip de “işkence odası”nda bulmasın diye!
Neyse ki(!) komünist militanlar polisleri daha fazla bekletmemiş ve Dursun’u boş bir çuval gibi pencereden atıvermişler!
Dursun önce polis tarafından Devlet Demiryolları Hastanesi’ne kaldırılmış. Hastane defin için mahzur kalmadığını belirtmiş ama polis cenazeyi milliyetçi gençlere vermemek için Numune Hastanesi’ne, oradan da Tıp Fakültesi’ne götürmüş. Milliyetçi gençler ve Dursun’un babası Abdullah Önkuzu, hastane hastane naaşını aramışlar. Üç hastane de aynı zamanda naaşın kendilerinde olduğunu söylemiş. Sonunda naaşın Tıp Fakültesi’nde olduğu tespit edilmiş ama savcının defnedilmesi için mahzur kalmadığını bildirmesine rağmen, hastane naaşı vermek istememiş. Cenaze için gelenler Maltepe Camii’nde beklerken, Dursun’un naaşı nihayet öğle namazından yarım saat sonra teslim edilmiş.
Polis şefleri cenaze için bekleyen onbinlerce genci dağıtmaya çalışmış. Camiye giden yollar barikatlarla kapatılmış. Milliyetçi gençler çareyi cenazeyi Site Yurdu’na götürmekte bulmuş. Toplum Polisi bu kez de yurdun yakınlarında cenaze arabasının yolunu kesmiş! Abdullah Önkuzu Site Yurdu’nda oğlunun naaşını beklerken, ona oğlunu getiren gençlere kelepçe vurulmuş!
Maltepe Camii’nden Site Yurdu’na doğru yürüyüşe geçen gençler de Türk Ocağı’nın bahçesindeki çalılıklar arasında mevzilenen polislerin hücumuna uğramış.
Oğlunun naaşı polis tarafından “çalınan!” baba, Dursun’un arkadaşları tarafından Atatürk Öğrenci Yurdu’na getirilmiş ve burada bir basın toplantısı yapmış:
“Devletimizin büyükleri, oğlumun cesedinden niye bu kadar korkuyorlar? Derdime mi yanayım, oğlumun katillerini bulmakla görevli polislerin cenazeyi kaçırmalarına mı yanayım? Ben ufacık bir çekiçle soba yaparak oğlumu okuttum ve vatana faydalı bir evlat yetiştirmeye çalıştım... Acaba oğlum başka bir milletten mi geldi de hükümet yetkilileri ona bu olayı reva görüyor?..”
Aynı gün Alparslan Türkeş başkanlığında toplanan MHP Başkanlık Divanı bildirisinde ise şöyle denmiş:
“Evet polis bir alettir ancak, kanunun nizamın ve vazifenin aletidir. İktidar mensuplarının kanun dışı emirlerine itaat etmekle mükellef değildir...”
***
Size sadece özetinin özetinin özetini aktardığım bu yazıdan sonra biz neye yanalım şimdi:
Türkiye’nin o günden bugüne bir arpa boyu yol gidemediğine, o gençlerin ülkülerine bir adım dahi yaklaşılamadığına mı?
Aynı “sistem”in bugün hâlâ canımızdan can almaya, bu milletin evlatlarına “düşman”a reva görmediği zulmü uygulamaya devam ediyor oluşuna mı?
Ya sefil olursun ya kahraman
Balyoz Davası’ndan 16 yıl ceza alan Deniz Piyade Kurmay Albay Yusuf Afat, “237 masum Türk subayının kurban edilişi, sahte dijital verilerle gazetecilerin, siyasilerin zindanlara atılışı, anayasal toplantı ve gösteri hakkını kullanan vatandaşların katledilişi, üniversite öğrencilerinin terör örgütü üyesi diye hapishanelerde çürütülüşü” karşısında “Hedefin önce Türk Silahlı Kuvvetleri sonra da Türkiye Cumhuriyeti olduğunun anlaşılamamasını demir parmaklıklar ardından üzülerek izliyorum ve içim yanıyor” diyor mektubunda.
“Peygamber ocağında aldığı terbiyeyi unutmadan, Mustafa Kemal’in ordusuna kumandanlık yaptığını iddia edenlere” şunu soruyor:
“Neredeyse omuzlarınızdaki Samanyolu kadar yoğun ve parlak yıldızlara güvenerek ” kaplanlaşanlar “, bugün ” masumlara “ yaşatılan zulüm sürecinde hangi dehlizlerde kış uykusundaymış rolü oynamakta?”
Ve sizi, Ziya Gökalp’in 93 yıl önce Malta’da sürgündeyken kaleme aldığı o tarihi paragrafı hatırlatıp, “o günü mü” yoksa “bugünü mü” anlattığını düşünmeye davet ediyor:
“İnsanları ahlaken yükseltecek zamanlar, büyük felaket zamanlarıdır. Mefkure, böyle zamanlarda doğar ve kuvvetlenir. Akıl, böyle zamanlarda vehimleri kovar. İrade, böyle zamanlarda sinirlere, heyecanlara, ihtiraslara hakim olur. Bu zamanlar insanları, ya sefil yahut kahraman yapar. (...) Tarih, daima bu gibi zamanları hikaye etmekten hoşlanır; çünkü telin edecek fertleri de takdis edecek şahısları da, bu devrelerde bulur. En fena ihanetler bu zamanlarda yapıldığı gibi, en yüksek fedakarlıklar da bu devirlerde görülebilir. İşte bugün biz böyle bir devre içinde yaşıyoruz.”
Bana katilini söyle sana ölüp ölmediğini söyleyeyim
Amberin Zaman’ın “Türkmenleri öldürüyorlar” diye başlık attığını görünce gayriihtiyari önce bir besmele çektim;
Böyle bir trajediye uygun benzetme olmayacak ama aslen tam da ‘Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü’ durumu!
Çok basit bir soruyla yetineceğim “Beşşar Esad güçleri ve Selefiler arasında sıkışıp kalan Türkmenlerin dramı”nı dünyaya duyurmaya çalışan Zaman, daha, önceki gün büyük bir katliama “daha” sahne olan Tuzhurmatu’daki, Irak’ın kuzeyindeki Türkmeneli’ndeki dramı da “katillerini kayırmadan” yazar mı?
Hatay Yayladağ’da “ölenler”in kimliği mi, “öldürenlerin” kimliği mi bir anda böyle bir “duyarlılık” zuhur ettirdi?
Ve Kerkük’te, “Kürdistan” deyip yok saydığınız “Türkmeneli”nde “ölenler”in kimliği mi, “öldürenler”in kimliği mi susturuyor kalemlerinizi!