28 yıldır cevap bekleyen 12 Eylül sorusu
Bu soru galiba o devrin başbakanı sayın Süleyman Demirel’e aitti. Soru şöyleydi; 11 Eylül gece yarısına kadar Türkiye’nin her yanı yangın yeri gibiydi. Ülkede anarşi ve terör kol geziyordu. Ama 12 Eylül sabahından itibaren bıçak keser gibi duruverdi. Neden?
Kamuoyu bunu şöyle yorumladı: İhtilal öncesinde olaylar seyrediliyor, müdahale edilmiyordu. Ama sonrasında gereği yapıldı, anarşi hemen durdu. Nitekim Kenan Evren de, “Daha çok insan ölsün ki, müdahale haklılık kazansın diye bekledik” diyerek bunu adeta teyit ediyordu.
Tabii burada ağır bir suçlama söz konusu. Tamam da, bir başka soru daha var ki, kanaatimizce çok daha önemli. Fakat bugüne kadar hiç sorulmadı. O da; 11 Eylül gecesine kadar Türkiye’nin her tarafında eylem yapan anarşist ve terörist fraksiyonlar, 12 Eylül sabahından itibaren ortadan kayboldular. Neden?
Hatırlanacağı üzere o tarihte Marksist-Leninist 36 silahlı fraksiyon vardı. Türkiye’nin altını üstüne getiriyordu. Hatta zaman zaman birbirleriyle bile çatışıyorlardı. Yani her grup kendi başına eylem peşinde koşuyordu. 12 Eylül sonrasında, adeta bir yerden düğmeye basılmış gibi, sahneden birlikte çekildiler. Bu sorunun içinde sanki ihtilalin şifreleri gizli.
Silahlı solu tanımayanlar, “Canım ordu idareye el koyduğu için, çatışmaktan kaçındılar da ondan” diyebilir. Bu doğru değil. Çünkü ihtilalci sosyalizmin stratejsine göre; önce eylemlerle demokratik rejim yıkılır. Sonra kazanılmış zaferin moral gücüyle silahlı mücadele daha da şiddetlendirilerek askeri diktatorlük devrilir. Böylece ülkenin idaresine el konularak “Devrim” gerçekleştirilmiş olur. Demek ki askeri diktanın gelmesi, korkulacak değil, sevinilecek bir durum.
Sevinmeyi bırakın, meydanlarda kimse kalmıyor. Hepsi çekilmiş. Eylemler durdurulunca da, askerlerin üzerine gideceği, anarşi ve terör olayları yok oluyor. Serseri mayın gibi sağda, solda kendiliğinden çıkan bazı cılız gösteriler hariç. Bu durumda ihtilal idaresi, 12 Eylül öncesi suç işleyenlerin peşine düşüyor, yakaladıklarını yargıya gönderiyor.
28 yıldır bekleyen sorunun cevabı böylece kendiliğinden verilmiş oluyor denemez. Çünkü sorun o kadar basit değil. Aksine çok çetrefilli. 36 fraksiyonun hepsi de, tam devrim safhasına geçileceği sırada meydanlardan çekilmekle, iki adresi işaret etmiş oluyor. Biri açık, ikincisi gizli adres.
Açık adresi hemen söyleyelim, SSCB. Ruslar “Emperyalizmin zayıf halkası” dedikleri Türkiye’yi aşıp, Akdeniz’e inmek istiyorlardı. Eylem yapan 36 fransiyonun hepsi de Marksist-Leninist’ti. Bunlar sözlüklerindeki gibi, “anti-emperyalist, tam bağımsız Türkiye” mücadelesi verdiklerine inanıyorlardı. Rusya’dan her alanda yardım gördüklerinden şüphe yoktu. Ama en tepe noktalarda bulunanlar kimlerdi, sadece Rusya’ya mı bağlıydılar, sorgulanmıyordu.
İkinci adrese gelince. Bunu bulabilmek için, ABD Başkanı’na 12 Eylül ihtilali müjdelenirken “Bizim çocuklar idareye el koydu” denmesinden başlayalım. Sonra, hiçbir Türk hükümetinin kabul etmediği, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesini, Kenan Evren’in daha ihtilalin 27. gününde telefon emriyle sağladığını kaydedelim.
Daha da önemlisi, o tarihte ABD’nin Türkiye büyükelçisi olan James Spain şunları söylüyor: MHP hariç bütün partilerle aramız çok iyiydi. MHP kontrol edilemiyordu. Solcu bazı gençler sağda-solda tabanca, dinamit patlatıp MHP’nin büyümesini önlemek istediler, ama tam tersi oldu. Sağ olsun 12 Eylül müdahalesiyle bu mesele halledildi. Türkiye öyle standartlar üzerine oturtuluyor ki, artık Batı’yı rahatsız edecek hiçbir hareket doğmayacaktır.
Evet bu kehanetin aynen gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Öngörülebilir gelecek için de durum aynı. Yine amansız Batı düşmanı olanların, bugün Batı işbirlikçiliğinde herkesi geçtiğini görüyoruz. Türk aydını bu standartların neler olduğunu araştırmalıdır.
Sonuç: Demek ki sorunun cevabı iki adreslidir. “Devrim” uğruna yaratılan kaostan, Marksist-Leninist rejim uğruna alınıp verilen candan, çekilen bunca acıdan sonra, kazanan başkaları olmuş. Hem de ne kadar.
Ülkeyi sarsacak boyuttaki olaylar, dün soğuk savaştan, bugün dünya güçlerinin gündeminden soyutlanamıyor. Bunların yıkıcı tesirinden korunmanın yegâne yolunun ise, kendimize dönmek olduğu açık değil mi?