1999'dan 2017'ye değişen bir şey yok...
Twitter'da bir siyasi partinin meşhur trollerinden biri geçtiğimiz günlerde Boşnakça bir ilmihaldeki diyaloğu diline dolayarak "Irkçılığın da böylesi!" demişti. Diyalog şöyle idi, özetle:
-Od ka si Turcin? (Ne zamandan beri Türksün?)
-Od Kalu Bela (Kalu Bela'dan beri.)
Ben kendisine "cehaletin" kalıcı olmaması için biraz okumasını tavsiye etmiş, beyhude yere Balkanlar'da "Evlad-ı Fatihan"ın faaliyetleri neticesinden orada "Türk olmak ile Müslüman olmanın" eş anlamlı olarak kullanıldığını, buradaki "Türk" kelimesinin Müslümanlık anlamında kullanıldığını anlatmaya çalışmıştım.
Türk'ün "İslam" ile isimlendirilmesi arkadaşın zoruna gitmişti...
Şu örnek bile hâlâ Türkiye'de bazı çevrelerin Türk'e dair ne varsa "ırkçılığa" yormaya devam ettiğini gösteriyor. Bu durum sadece "yorum"da kalsa problem yok, gün geliyor iş hakaret boyutuna varıyor.
Yıllardır eli kalem tutan Türk Milliyetçileri yazar, siyasi arenada Türk Milliyetçisi siyasiler söyler ama bu çevreler bir türlü anlamaz: Türk Milliyetçiliğinin esası "kültür"dür, "biyoloji" değil.
Bu Gökalp'te de böyledir ve onu takip eden diğer Milliyetçi entelektüellerde de...
Peki o zaman, bölücü karakteri ulusal ve uluslararası dünya tarafından "resmen" kabullenilmiş Kürtçülükle Türkçülüğün aynı kategoride değerlendirilmesinin sebebi ne?
Üstelik kendisini açıkça "Türkçü-Turancı" olarak ifade eden bir partiyle bu kadar yakın teşrik-i mesai içindeyken...
Metni kaleme alanların bir hatası mı?
Diyelim ki bu bir hata ve hatta MHP'nin "Türkçü" olduğu da unutularak "Kürtleri de küstürmeyelim" kabilinden bir konuşma yapıldı.
Bu kadar tepki sonunda bir "düzeltme", bir "özür" gelmesi gerekmez miydi?
"Bölücü" olarak suçlanan fikrin siyasi temsilcisi meseleyi "Kürtçülüğü izah için Türkçülüğü örnek göstermek yanlıştır" açıklamasıyla geçiştirirse tabii ki bir düzeltmeye, özre gerek duyulmayacaktır.
Bu süreç bana 1999 koalisyon görüşmeleri sırasında Rahşan Ecevit'in Ülkücüler için söylediklerini hatırlattı.
Rahşan Ecevit'in o dönem yaptığı açıklamalar ile Erdoğan'ın "Türkçülük bölücülüktür" açıklamasının farkı ne?
Peki o dönem Ecevit'in açıklamalarına gösterildiği iddia edilen tepki ile Erdoğan'ın açıklamasına gösterilen "tepki"nin farkı ne?
Eşyanın hakimiyetini kırmak
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı bir konuşmasında halimize tercüman oldu. Konuşmanın tamamında şehri ve çevreyi nasıl katlettiğimizden bahsediyor, yanlış şehirleşmeden şikayet ediyordu. Üstelik kendisini de dışarıda bırakmayan bir samimiyetle.
Altına imza atılmaması mümkün olmayan değerlendirmeleri içeriyordu konuşma.
Saray için yapılan harcamalar, yazlık saray iddiaları, onlarca arabalık konvoy geçişleri, 16/9 faciası, yayla katliamları, daha yeni torba yasaya sıkıştırılan mera talanları, Topkapı Sarayı'nın SİT derecesini düşürme girişimleri ve saymaya yerimizin yetmeyeceği yüzlerce israf hikayesi, şehre ve çevreye yapılan katliamları hatırlayınca "Allah, Allah!" deyip şüphelenmekte haklısınız.
Tüm şüpheleri bir kenara bırakıp Cumhurbaşkanı'na bu konuda destek vermek lâzım. Cumhurbaşkanı da bu konuda somut girişimlerde bulunmalı, "eşyanın hâkimiyetini" kırmak için bir yol haritası ilan etmeli.
Öncelikle "itibarın" Amerikan filmlerinden çıkma koruma konvoyları, milyonluk ev eşyaları veya Cumhurbaşkanı'nın tabiri ile "eşyanın hâkim olduğu" bir düzenden geçmediği gösterilmeli.
Acilen kendi memleketi olan Rize'nin Ayder yaylası ile ilgili TOKİ'nin yürütmeyi düşündüğü çalışmayı rafa kaldırarak "Bismillah" demeli, konuşmasında da zikrettiği gibi son çeyrek yüzyıldır ortaya koydukları yanlış şehircilik ve çevre politikalarının değişeceği hususunda bir umut vermeli.
"Maliyeti çok yüksek!" gerekçesi ile Sultanahmet'in sırtına saplanan 16/9 kulelerini yıkmamakta direnen, Topkapı Sarayı'nın bahçesine çöreklenmek için "üçüncü derecede SİT alanına çevirdik" diye topu orta sahaya çeken belediyecilere gerekli ihtar çekilerek bu katliamların sona ereceğine dair bir işaret fişeği çakılmalı.
Netice-i kelâm, Ömer'in "Fırat'ın kenarındaki koyununu kaybeden çoban" hikâyesi elbette hatırlanmalı ama Ömer'in nasıl yaşadığına da bir bakılmalı.
"Mum" hikâyesine de bir göz atılmalı, mesela...