12 Eylül’den 31 yıl sonra
12 Eylül 1980’de gece televizyon ve radyolarda Genelkurmay Başkanı Kenan Evren silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğunu bildiriyordu.
Mecliste partilerin genel başkanları gözaltına alınmış eşleriyle birlikte mecburi ikamet edecekleri Gelibolu Hamzaköy’e götürülmüşlerdi.
Ilgın ve Kadınhanı kongreleri sebebiyle Konya’ya gitmiştim. Aziz dostum İdris Bey’in evinde geç saate kadar oturmuş, memleketin durumu hakkında uzun uzun konuşmuştuk.
Sokağa çıkma yasağı kalkınca Ankara’ya döndüm. Merkez Komutanlığı’nın Agah Oktay Bey döndü mü? diye soran telefonları ben eve girdikten sonra kesildi. Gece saat 01’e doğru eve iki Reo dolusu otomatik silahlı asker ve komutanları geldi. Komutanlar (iki yüzbaşı) teslim olmamı istediler. Kirazlıdere Ordu Dil Okulu’ndaki esaretim böyle başladı. Esaret diyorum çünkü ailelerimiz nerede olduğumuzu bilmiyordu. İki aya yakın ne bir haber alabildik, ne de verebildik. O dönemin ruhumda açtığı dört yara vardır. Birincisi Alparslan Beyin üç buçuk ay diş ağrısı çekmesi ve doktora gönderilmemesi, ikincisi kalp krizi geçiren arkadaşımız Şahzafer Bey’in tutukevinin dış kapısına kadar yürütülerek hastaneye gönderilmesidir. Annemin karlı bir ziyaret gününde binanın merdiveninden yukarıdan aşağıya yuvarlanarak düşmesi hâlâ gözümün önünde olan üçüncü yaramdır. Merasim kıtalarıyla karşılanmış bir adam olarak Mehmetçiklerin bizimle konuşmalarının yasaklanması ve ailelerimizin karşısına demir parmaklıklar arkasında görüşmeye çıkmamız kapanmayan diğer yaralardır.
Darbe öncesi gerçekten kan gövdeyi götürüyordu. Memleket yerli ve yabancı ajanların oyunlarıyla tam bir iç savaş öncesi durum yaşıyordu. Evren Paşa’nın görmek istemediği tamamen haksız olduğu konu ise şuydu: Tablonun arka yüzünde peşin hükümlü MHP’yi mutlak suçlu gören, zalimle mazlumu ayıramayan sıkıyönetim komutanları ve onların çekirdek kadroları vardı.
Evren Paşa darbeden birkaç ay sonra Konya meydanında konuşurken, “Biz beş sene sabrettik muradımıza erdik!” diyordu. Bu beyan açık ve seçik Evren paşa başta olmak üzere kadronun emellerine varabilmek için beş yıl süresince görevlerini tam anlamıyla yapmadıklarını gösteriyordu. Sıkıyönetime rağmen bir türlü hız kesmeyen terör olaylarının 12 Eylülün ertesi günü bıçakla kesilir gibi azalması da bu meyanda dikkat çekicidir.
Darbe gecesi evime gelen subaylar karımdan silahlarımı istemişler. O da Kırıkkale yapımı birisi gümüş kaplama diğeri altın kaplama iki tabancayı makbuzlarını alarak ilgili subaya teslim etmiş. Bu iki silahın benim hayatımda büyük rolü var. Türk İş Koleji’nde işçi liderlerine, sendika temsilcilerine yıllarca ders verdim. Ekonomi derslerim çok ilgi görürdü. Burada tanıdığım değerli işçi liderlerinin sağduyulu tavırlarını, ülke sorunlarıyla ilgili değerlendirmelerini her kademede çok faydalı bir bilgi olarak değerlendirdim. Müsteşar olunca bu güzel insanlar Kırıkkale’de bir tabanca yaptırmışlar ve kabzasını gümüşle kaplayarak bana hediye getirmişlerdi. Ticaret Bakanı olunca bu hediye altın kaplanarak tekrar edilmişti.
31 sene geçti. Bütün araştırmalarıma rağmen hatırası cihan değer bu iki silahıma ulaşamadım.
1980 darbesinin çukurunu erken seçime “hayır” diyen Ecevit ve Erbakan açmış, sabırlı askerler de hemen temel atarak zulüm kulesini örmüşlerdir.
Bizimle ilgili iddianame bir yıldan sonra açıklandı. Rüyamızda görmediğimiz insanlarla birlikte yargılandığımız için duruşmalar fevkalade uzun sürdü. Duruşmalara gençler birbirlerine kelepçeli getiriliyor, tuvalet ihtiyaçlarını görürken bile kelepçeler çözülmüyordu. Dünya işkence tarihi yazıldığında Mamak hapishanesi birinci sırayı kaptırırsa mutlaka ikinci sırada olacaktır. Milliyetçi ve solcu gençlerin ezilmesi, adeta yok edilmesi için her şey yapılmıştır.
Türk Ordusu bu milletin göz bebeği idi. Millet ordusuna toz kondurtmazdı. Bugün orduya karşı yapılan hareketlere halk sadece bakıyorsa bunun sorumluları artık arşivlerin malı olmuş 27 Mayıs darbesinin zulmünde, 12 Mart muhtırasının mantıksızlığında, 12 Eylül darbesinin insafsızlığında aranmalıdır.
İdamımızı isteyenler 8,5 yıl sonra, evet duruşmaların sonunda tam 8,5 yıl sonra beraatimizi istediler. Beraat ettik. Ancak yattığımız süreye eklerseniz 10 yılı aşan bir zaman pasaportsuz, kamu görevlerinden mahrum yaşadık. Çok şükür başımız dik, alnımız ak, karanlık kalmış tek işi olmayan insanların vicdan huzuruyla yaşıyoruz. Acaba zalimler bu huzuru duyabiliyor mu?