Yüreği Yırtık Kadın Milisler
“Tarih dediğimiz de bütün insanların yaşadıklarından damıttıkları değil midir? O zaman herkesin bireysel tarihinin de genel tarihe çorbada tuz misali katkısı vardır.”
Hatice Alptekin
İşgal, seferberlik, muhacirlik, mezalim görenleri gördü benim kuşağım. Dedelerimizden dinledik, savaş tarihi ve siyasal tarihin ayrıntı diye atladığı, hayatın içinden ve insana dair önemli olgu ve olayları. Sözlüydü bu anılar, kayda geçmezlerse yiteceklerdi bizim kuşakla birlikte. Kayda geçecekler ama nasıl? Vak’a-nüvislik ve tahkiyecilik ederek değil elbette. Edebiyattan, özellikle de romandan yararlanarak bunu yapacaksınız ki, bu anılar geniş kitlelerce paylaşılsın, tarihe olan ilgiyi de artırsın.
Bu dediklerimi yapanlar çok oluyor son yıllarda. Bunlardan biri de Mikdat Topçu. I. Dünya Savaşı yıllarında Bayburt yöresinde yaşananları dinlemiş, derlemiş, araştırmış, kurgulamış ve Kadın Milisler “ adında bir roman yazmış (Boğaziçi Yayınları).
Önce başlığımda kullandığım şu “yüreği yırtıklık” konusuna bir açıklık getireyim. Bayburtlular savaşa gidip gelmiş olan kimselere “yüreği yırtılmış” derler. Mikdat Topçu, benim neredeyse unuttuğum bu çarpıcı deyimi, edebî bir eserle yeniden dolaşıma sokuvermiş.
Bu eserde yüreği yırtıklar pek çok. Bunların içinde yiğit ve özverili kadınlar var. Yukarı Kırzı Köyü’ndekiler gibi namusları uğruna, balaları ile birlikte bir derin kuyuya atlayıp can verenler var. Bir Gülizar var; Bayburt, Ermeni’den onun akıllılığı, yiğitliği ve tedbirliliği ile kurtuluyor bir bakıma.
Peki kiminle mücadele etmişler Bayburtlular? Kiminle olacak “üç paralık adamlar”la. Bu üç paralık adamlar, Ermeniler. Bu bir aşağılama değil, tarihi bir gerçek. İran’da zulüm gören Ermeniler, Osmanlı tarafından tekine 3 para verilerek alınmış ve getirilip Bayburt yöresine yerleştirilmiş. “Ayağıma yer edem, gör ki sana ne edem” misali, 40-50 yıl geçmemiş, “Bura Ermeni yurdu” savıyla ayaklanmışlar.
Mikdat Topçu, tarihime götürdü beni, coğrafyama götürdü; kuşburnuları, alaca kargaları, yaban armutlarını; sihirli, telli, uzun kavakları gösterdi. Kop tipisi estirmeyi de, Soğanlı dumanı çöktürmeyi de, Çoruh çağıltısı dinletmeyi de becermiş. Yalın ama merak uyandırıcı bir anlatımı var, çekip sürüklüyor insanı. Bu sürükleniş tatlı, esrik, bilgilendirici ve uyandırıcı...
Bir Bozak Çavuş var, onun öyküsü, bu yapıtı daha da ilginç ve dokunaklı kılıyor. Bozak Çavuş, 93 Harbi’nde esir düşüyor Ruslara, Nadya adlı Kırgız Türk’ü bir hemşire ile gönül ilişkisi oluyor. Nadya’nın hamile olduğu günlerde, Türk istihbaratı kaçırıyor bizim esirleri. Bozak Çavuş, bir gün gider alırım sevdiğimi umuduyla dönüyor öz yurduna. Fakat bu olamıyor. Derken, I. Dünya Savaşı yıllarında Bayburt’ta kurulan yetimhaneye Tatyana adlı bir bayan görevli geliyor, Bozak Çavuş’un Nadya’dan olma kızıdır bu.
Tam burada aklıma, yazımın başına bir sözünü koyduğum Hatice Alptekin’in 2003 yılında yayımlanan “Ters Akıyordu Volga” adlı romanı geliyor. O romanda Alptekin, kendi aile öyküsünü anlatıyordu. Baba Bayburtlu, anne Tatar Türk’ü, Baba Rusya’da esirken tanışıyorlar. Sonra Bolşevik devrimi, Sibirya sürgünlüğü... Ve eş ve çocuklarla Bayburt’a dönüş, Bayburt’ta çekilenler.
Şimdi de Topçu’nun bu romanı... Bayburtluların kaleme sarılmaları öyle mutlandırıyor ki beni...