“Yeni Anayasa”nın ilham perisine vefa

Bekir Bozdağ’ın AKP’nin “Yeni Anayasa” stratejisini tanımlarken “Büyük Önder Atatürk’ü temel alacağız” demesi boşa değilmiş.
Hani Atatürk, “Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyor ya...
O misal; bu arkadaşlar da kendilerine “daha büyük işler yapmak kuvveti” versin diye “ataları”nı tanıtıyorlar ki meşruiyet kazandırsınlar adım attıkları tanzimatlara, ıslahatlara!

***


Düz mantıkla şöyle okunabilir manzara:
“Ataları” bundan tam 172 yıl önce “Memleket içindeki bütün Hıristiyan unsurları, esas unsurun çok üstünde istisna ve imtiyazlara” kavuşturup, onlara “kendi kaderlerini tayin” hakkı tanıdıysa;
“Ataları”nın “yol haritası”nı kullananlar da “azınlık” haline getirmeye çalıştıkları etnik gruplar için aynısını yapabilirler pekala!
Biraz kurcalarsanız, dün Yeniçağ’a manşet olan haber var ya, Bartholomeos’un Atatürk Köşkü’nde ekümeniklik kutlaması yapacak cüreti bulabilmiş olmasının arka planında bile “o imza” çıkar karşınıza:
Islahat!
İl Özel İdareler Yasasını, Kalkınma Ajanslarını, İstinaf Mahkemelerini hazırlarken nereden ilham aldıklarını hatırlasanıza!
İyi de ya Islahat Fermanı’nın altındaki imza!
Yaaa...
Üşenmeyin bakın tarih sayfalarına:
Emperyalizmin sömürge yollarının bekçiliğine soyunan “Eş Başkan” kimi “rol model” almış acaba?
Kırım Savaşı, Paris Anlaşması “anahtar sözcükler” olsun araştırmanızda!
Kim var tahtta?
Hadi hep beraber bir kere daha:
Yaaaaa!
Ne oldu?
Yoksa “Abdülmecit” mi çıktı karşınıza?

***


Bakmayın siz “Ölüm Yıldönümü” diye yazdıklarına; “Reformların Kardeşliği” filminin vizyona giriş kutlaması gibi geliyor bütün bu hazırlıklar bana!
Ölüm acısı değil de doğum sancısı sanki yaşadıkları!
Sonuçta, Abdülmecit’in “Batılılaşma” adı altında, Avrupa’nın dayatmasıyla başında bulunduğu devletin “imha pimi”ni çekmesi gibi, şimdiki iktidarlılar da “Demokratikleşme” adı altında tarihe gömmüyorlar mı Türk’ün adını, vatanını...
İftira mı?
Neden ki?
“Yeni Türkiye” vurgusu yapabilmek için eskisinin yıkılacağını varsaymak gerektiğine göre, olsa olsa “itiraf” olur; ki her gün şahit oluyoruz bunu yaptıklarına!

***


Hele bir de “Atatürk’süz Anayasa” koymuşlarsa hedefin adını...
Bu vatana, Atatürk hakkında idam fermanı yayınlatan, Atatürk ve silah arkadaşlarının katli vacip olduğu fetvaları çıkarttıran, işgalcilerle işbirliği yapan, Anadolu kadın-erkek-genç-yaşlı-çoluk-çocuk “savaşırken” ardına bakmadan “kaçan”, “oğullar” armağan eden Abdülmecit çok yerinde bir seçim olmuş aslında!
(Kendisi “Cihan İmparatorluğu”nu yıkıma götüren son dört padişahın; Beşinci Murat, İkinci Abdülhamid, Sultan Reşad ve Vahdettin’in babasıdır da aynı zamanda...)
Mustafa Kemal adındaki gencecik bir Türk subayını ortadan kaldıramadılar belki ama, onu Atatürk yapan değerleri bir bir törpülediler ya... Şimdi Ulu Önder’in “naçiz vücudunun toprak olmaya adım attığı yerde” , kutlu emaneti olan “Cumhuriyet” in niteliğine geliyor yeni darbe...
Hem de “millet iradesi” ni temsil makamı olan TBMM eliyle...
Daha birkaç gün önce, Ankara’da “Büyük Türk Zaferi”nin başkomutanını, “bitse de gitsek” havasında, görev savmak kavlinden anar gibi yapanlar, şimdi “Garp medeniyetinin zaferi” (Avrupalılar böyle tanımlıyorlar Tanzimat’ı) için nefer olmayı yeğleyen bir zat’a vefa yarışındalar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleri ile ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir” (6 Mart 1922) diye isyan ettiği Abdülmecit politikalarına; teslimiyetçiliğe iade-i itibarda bulunacaklar!
Dedim ya; hele de hedefin adı konmuşsa:
“Atatürk’süz Anayasa!”
Nasıl diyor Cemil Çiçek;
Siyasetin ayağına gelmiş top gibi, Abdülmecit’in 150. ölüm yıldönümü bahanesi.



BASINDAN SEÇMELER


Kültür Bakanlığı bunu da yaptı ya madalya takarlar artık Ertuğrul Günay’a

“Atatürksüz Aşık Veysel”

Bunu Kültür Bakanlığı yaptı. Aşık Veysel’in “Atatürk’e Ağıt” başlıklı şiirini bakanlığın internet sitesine “Atatürk” ismini atıp sadece “Ağıt” diye koydu.
Siteye girin.
Siz de görürsünüz.
Şiirin iki kıtasını da; Veysel’in hukuki varislerinden izin almadan kazıdı. Şiir’de “Atatürk’ün devlet adamı, asker, devrimci, yenilikçi, laikliğe inanmış, milli birlikçi, düşünce ve fikir adamı” olarak önemini vurgulayan kelime ve deyimleri de çıkardılar. Aşık Veysel, ozanlık hayatında ilk şiirini “Türkiye’nin ihyası Hazreti Gazi” başlığıyla Atatürk için yazmıştı. 1938’de ölümü üzerine de “Atatürk’e Ağıt” ı yazmış ve kendi sesiyle de Türküleştirip, okumuştu.

***


Diktatör sansürcü edasıyla şiirden kazınıp atılan 2 dörtlükte; Aşık Veysel, Atatürk’ün başarısını ve halkı için yaptıklarını “Allah’ın aslanı” diyerek Hz. Ali’ye ve “İskender-i Zülkarneyin” diyerek bir çok fetihler yapan, İskenderun ve İskenderye’yi kuran Büyük İskender’e benzetmektedir. Bakanlık, halk ozanı Veysel’i bu benzetmelerinden ötürü “sakıncalı bulmuş” olmalı ki, dörtlüklerini atmış, yer verdiği dörtlüklerin ise bazı kelimelerine; “Ağıt öyle yazılmaz böyle yazılır” dercesine takla attırma, değiştirme haksızlığı (siz terbiyesizliği de diyebilirsiniz) yaptı.

***


Bakan’ın bundan haberi var mı?
Kim yapıyor bu haince sinsiliği?
Kültür Bakanlığı’nın hangi düşünce, niyet, amaç, strateji, dinler arası diyalog, hoşgörüden beslendikleri kolayca tahmin edilecek sansürcüleri, Aşık Veysel’in orijinal okuyuşuna göre birinci kıtanın üçüncü mısraında bulunan “Başbuğ” kelimesini de kaldırıp, onun yerine “Süleyman” diye bir isim uydurmuşlar.
Kim bu Süleyman?
Neden Süleyman?
Aşık Veysel’in torunu Çiğdem Özer (Şatıroğlu) ile konuştum; “Dedem bu yapılanı görseydi çok üzülürdü” dedi. Kültür Bakanlığı’nın bu sinsiliğini ben Ömer Sağlam’ın “Atatürk’e Uygulanan Sansür” başlıklı yazısından öğrendim. Ömer Sağlam’a ve onun yazısını bana gönderen okurlarıma teşekkür ederim.
Necati Doğru / Sözcü




Bazı gazeteciler “posta kutusu” hizmeti veriyor

...Siyasi iktidar destekli o iki operasyon ve dava sürecinin medya ayaklarının her birine “atanmış/seçilmiş” ve Ragıp Duran’ın kulakları çınlasın, aslında “posta kutusu” hizmeti veren “resmi görevli” malum bir-iki gazetecinin işlerinden dem vurmasın kimse. Onlarınki, adreslerine ulaştırılan belgeleri soruşturmadan/araştırmadan yayımlama tarzıyla malul bir tür korporatist iktidar gazeteciliğiydi...
Derdimiz, siyasi iktidarı gözetleyen, özellikle de kamu parasının nasıl harcandığının izini süren soruşturmacı gazeteciliğin Türkiye’deki baskın otoriterleşme yüzünden artık yapılamıyor olması.
Tamam, medyanın bugünkü yapısal krizinin zehirli harcı 90’lı yıllarda atıldı. Ama o yıllarda örneğin bir rahmetli Turan Yavuz dönemin Başbakanı Çiller’in ABD’deki mal varlığını günlerce yazabilmişti. Yine rahmetli Yıldırım Çavlı iktidardaki SHP’nin İSKİ skandalını didik didik edebilmişti. Ucu iktidardakilere de dokunan bir Susurluk olayının üzerine çok sayıda gazeteci gidebilmişti...
Ya şimdi? Siyasi iktidara şöyle ucundan, birazcık dokunan bir haberi bile kovalamanın imkânı var mı?
Haluk Şahin, Türk medyasının krizini irdelediği yeni kitabı “Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar” da bakın ne diyor:
“Halkın gerçekleri öğrenmesi’gibi demokratik bir sorumluluk üstlenmiş olan gazetecilerin işlerini iyi yapabilmeleri için özgür olmaları vazgeçilmez bir zorunluluktur. (Gazetecilerin) özgürlükleri kısıtlayan siyasal ya da ekonomik güç odaklarının ‘yandaş’ı olmak gibi bir etik seçeneği yoktur.”
Haluk Şahin’in şu satırları da AKP hariciyesinin kulağına küpe olmalı:
“Gazetecilerini ikna edici olmayan bir biçimde hapsetmiş bir ülkenin kendisini demokrasi sicili üzerinden savunabilmesi fevkalade zordur. Böyle bir ülke demokratik ülkeler camiasına derdini anlatmakta zorlanır. Onlardan destek ve anlayış beklediği zaman bunları bulamamak tehlikesiyle karşı karşıya kalır. (...)
Hapishanelerde çürüyen gazeteciler, birilerinin ne kadar güçlü olduğunu göstererek iç siyaset açısından bir yarar sağlasa bile, dış siyaset ve milli güvenlik açısından zaafa dönüşüyor.”
Kadri Gürsel / Milliyet




Başbakanlık Yüksek Sansür Kurulu

12 Eylül darbesi sonrası, yazı- işlerine, gazete temsilcilerine telefonlar gelirdi; “Şu haberdeki şu sözcüğü niye kullandın? Şu başlık iyi olmamış. Bir daha böyle başlıklar kullanmayın” gibisinden.
Duyduk ki, o günlere geri dönmüşüz. Başbakanlık’ta, Dışişleri Bakanlığı’nda özel müşavirler varmış. Haberleri izliyor; gazetelerin, televizyonların yöneticilerini arıyorlarmış, “Şu haberi beğenmedik, şöyle yazsan daha iyi. Sayın Bakan, bilmem ne sözünden rahatsız olmuş” diye.
Bu iş böyle ayrı ayrı olmaz. Maazallah; depremden sonra olduğu gibi “koordinasyon eksikliği” yaşanır sonra. Yapılacak iş; tüm bu müşavirleri, yeni kurulacak özerk yapılı Başbakanlık Yüksek Sansür Kurulu biriminde toplamaktır.
Işık Kansu / Cumhuriyet




BDP’li Belediye Başkanı’nın elleri armut mu topluyordu?

BDP’liler deprem meselesinde de sorumluluğu hükümete ve devlete atarak işin içinden sıyrılmaya ve meseleyi yine bir ayrımcılık mevzuu haline getirmeye çalışıyorlar.
Vali hata yapmış. Evet yaptı.
Peki siz ne halt yediniz? Devlet içine girilmemesi gereken binaları belirleyememiş. Peki siz belirlediniz mi? Belediye değil misiniz? Yetkiniz yok muydu, eksik miydi? Madem devlet diye gördüğünüz kişilerle ve kurumlarla işbirliği yapmıyorsunuz ya da sizinle işbirliği yapmıyorlar... Eliniz armut mu topluyordu? Belediye kendi ekipleriyle, kendi mühendisleriyle bir denetim yapamaz mıydı?
Fatih Altaylı / Habertürk




GÜNÜN SORUSU

Ya itekleyen Genç, düşen Uslu olsaydı, “Milletin kürsüsü” , “Genlerinde şiddet var” , “Millet iradesi hiçe sayıldı” , “12 Eylül Meclisi’nin kalıntısı” , “Çiçek sulayamadı vekil dövdü” tarzı söylemleri kimlerden kaç bin kez duyardık?
Şükrü Küçükşahin / Hürriyet

Yazarın Diğer Yazıları