Yargu
“Tarihi aydınlatan romandır. Tarih ancak yeniden yaşatma sanatı olursa, romanla eşitlenmiş, ona yetişmiş olur.” Alain, böyle diyor. Ben de diyorum ki; “Tarihten romana malzeme çıkar, romandan tarihe yorum çıkar, forum çıkar, durum çıkar, durumdan öngörü çıkar.”
Bu çıkmaları sağlayacak bir romanı yeni bitirdim Kırmızı Kedi Yayınları’nca yayımlanan bu romanın adı: Yargu. Haldun Çubulçu ve Ezel Akay birlikte yazmışlar. Senaryo olarak tasarlanan kitap, romana dönüşmüş sonra.
Selçuklu, aslını inkâr edeli yüz yıl olmuş. Dili Farsça olmuş, bürokrasisi gayri Türklerle dolmuş, egemenliği yok olup Moğol’a tâbi olmuş. Dahası, köküne, özüne yani Türk’e, Türkmen’e düşman olmuş. “Rezil Türkler” diyorlar açıkça, “Bu toprakların Padişah’ı asla Türkmen’e güvenmemeli” diye akıllar veriyor devşirmeler, Türk’ün Horasan’dan sökün edip gelen din ulularına “Kâfir etrak şeyhleri” suçlaması yapılıyor.
Türkmen’in bu dışlanmışlığının tüm kötülüklerin anası olduğunu bir hükümdar fark ediyor bir gün. Rüknettin Kılıçarslan’dır bu hükümdar. Fark ediyor ki “Türkmenler bir başbuğa inandıklarında yenilmez bir ordu olmaktalar”. Hemen harekete geçiyor: Ordu ve saray Türkleşecek, dil Türkçe olacak. Türkmen’le buluşuyor bu amaçla. Buluşuyor ya, devşirme yapının başındakilerle Moğollar öğrenip durumu, kanlı bir şekilde bastırıyorlar bu girişimi. Bastırıyorlar ya, Türkmen’in yenilgisi bile fena korkutuyor onları. Türkmen’i gönüllerden, belleklerden, belgelerden de silmek amacıyla, ince, içten pazarlıklı ve kalleş bir yargı başlıyor.
İşte bu roman bunları anlatıyor.
“Anlatıyor” da nasıl? Bunu anlatmak gerek asıl. Yerimiz yettiğince anlatalım.
Romanda Türkmen’i her yönüyle bulmak mümkün... Türkmen’in doğruculuğu, dobralığı, dikbaşlılığı, sivri dilliliği, sınır tanımazlığı, azat gönüllülüğü, ölümü hiçe sayıcılığı, yiğitliği, kıvrak zekâsı, kadına verdiği değer ve özgürlük, doğanın dilinden konuşup doğayla bütünleşebilmesi, olay ve kişi bağlamında pek güzel yansıtılıyor.
Uygun ortamda ve uygun mitler eşliğinde destansı bir anlatım var yer yer; renkler, cönkler, ocaklar, demir dövmeler, çadır kurmalar, türküler, deyişler, şölenler, davul ve kopuzlar birer nesne ve olgu olmaktan çıkıyor, anlamlı simge oluyor, bununla da yetinmeyip iletilere, imgelere dönüşüyorlar. Örnekleyeyim: 78. sayfada Tadu Kam’ın av tılsımı yapması şöyle anlatılıyor:
“Sonra Kam durdu. İlkin kulak kesildi, yeli dinledi, eğilip yeri dinledi, ağaçların gövdesine yaslayıp kulağını ağaçları dinledi, karı avuçlayıp karı dinledi, sessizlik oldular, ormanın uğultusunu dinledi... Sonra ateşten eli yanmaksızın kor bir dal aldı, mavi dumanını tüttüre tüttüre döndürüp kara sapladı. Karı elleriyle küremeye başladı. Diğerleri de katılıp bir çırpıda toprağa ulaştılar. Kara toprağın yüzüne kuşlar çizdi, geyikler çizdi, tavşanlar çizdi... Kalktı apansız dönüp dağlara doğru bakıp ellerini göğe kaldırdı... Bir kurt uluması duyuldu Gedikler Başı’ndan, kayalara çarpa çarpa yankılanan bir kurt uluması, kesik kesik önce, sonra uzun uzun... Karacakız obalılar derin bir saygı ile diz çöktüler, ellerini yüreklerinin üzerine götürüp... (...) Sonra Kam kurdu öyküdü, ağacın çevresinde uluyarak, davulunu vura vura dönmeye başladı.”
Okuyun bu romanı; sevecek, etkileneceksiniz.