Yargıyı hedef alanların ekmeğine yağ sürüyorlar
CMY’nin 102. maddesi kapsamında tahliye edildikten sonra kayıplara karışan, 10 firarinin de aralarında bulunduğu 16 Hizbullah sanığı hakkında verilen müebbet cezalarını Yargıtay, önceki gün onayladı. Kararın zamanlaması, her fırsatta yargıyı hedef alanların ekmeğine yağ sürmüştür.
Doğrusu medyanın da tutumu, bu doğrultudaki gayretleri güçlendirici, kimi çevrelerin haksız savlarını destekleyici olmuştur. Bilir bilmez konuşanlar, ki Türkiye’de sayıları hiç de az değil, şunu söylüyorlar:
- Gördünüz mü, demek ki istenince karar verilebiliyormuş, ellerini biraz daha çabuk tutsalardı bütün bunlar da olmayacaktı.
İlk bakışta haklı gibi görünen bu savın yersizliğini, 26 Ocak Çarşamba akşamı Cem TV’de “Basın Katı”nın konuğu Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu yanıtlıyordu.
(...)
Ankara Barosu Başkanı salıverilen Hizbullah tutuklu sanıklarının durumuna açıklık getirirken davanın dokuz buçuk yıl bidayet mahkemesinde kaldığını, ancak bu zamanın sonunda Yargıtay’a intikal ettiğini ve kalan süre içinde, yerine getirilmesi gereken usuli muameleler yüzünden sonuçlandırılmasının mümkün olmadığını vurguluyordu.
Gerçekten de, önce Yargıtay savcılığına gelen dosyalar hakkında savcılık mütalaa yazdıktan sonra, bunların sanık ve sanık vekillerine tebliği edilmeleri zorunluluğu vardır. Tabii tebliği de belirli bir süre almakta ve tesellüm belgelerinin dosyaya girmesi gerekmektedir.
Bunlar yapılmadan karara gidilmesi mümkün değildir. Metin Feyzioğlu, 102. maddenin azami tutukluluk süreleriyle ilgili hükmünün 31.12.2010 tarihinde yürürlüğü girmesiyle böyle bir sakıncanın doğacak olduğunun daha önceden tahmin edilebileceğini, nitekim de edildiğini ve bu konuda uyarıların yapıldığını, doğan sonuçtan da, Yargıtay’ın sorumlu tutulamayacağını söyledi.
Değerli okuyucular, Hukuk ya vardır ya yoktur ve bir hukuk kuralı, herkese eşit olarak uygulanır. Hem “on yıldan fazla tutukluluk olmaz” diyeceksin, (ki ben şahsen 10 yıl da olmaz diyorum) hem de Hizbullahçılar söz konusu olunca “onlar başka, onlar kalsın!” buyuracaksın! İşte o olmaz!
Ne yazık ki, medya son olayda, bir kısmı bilerek, bir kısmı istemeden ama genellikle, yargıyı yıpratmak isteyenlerin aleti olmuş, haksız yere Yargıtay’a saldırmış, asıl olayı öngörüp tedbir alması gerekenleri es geçmiştir.
Zaten derinlemesine bilgilenme gereğini duymadan, yapılan eleştiriler, yargıdan yakınma nedenlerini ortadan kaldıracak nitelikte olmaktan uzaktır.
Sıklıkla, yargının ağır işlediğini ileri sürüyor, haklı olarak geciken adaletin amaca hizmet etmeyeceği söyleniyor.
Doğrudur. Ama aksaklıkları gidermek için alınması gereken önlemler birden fazladır. Tek başına Yargıtay’ın daha hızlı çalışmasını önermek bir çözüm değildir.
Feyzioğlu’nun da konuk olduğu programda, dürüst bir akademisyen alışkanlığı ile kaynağını belirtmeyi ihmal etmeden (İstanbul Baro Başkanı Ümik Kocasakal) aktardığı görüşte de, vurgulandığı gibi, istenen “hızlı değil, hızlandırılmış” yargıdır.
Durum, tıpkı hızlı tren hızlandırılmış tren olayına benzemektedir. Hızlı tren, ancak yeni bir altyapı üstünde, büyük hız yapan lokomotiflerin kullanılmasıyla olur, yoksa, elverişsiz eski altyapı üzerinde trenlerin hızını arttırmak felakete yol açar, nitekim açmıştır da.
Ne yazık ki, medyanın konuya yaklaşımı bu tür sonuçlar verecek olan popülist yöntemlerle oluyor.
Aman dikkat! Bu tutumla yargının sorunlarını çözmez, daha da ağırlaştırırız.
Ali Sirmen / Cumhuriyet
+++
Emniyetin özrü
kabahatinden büyük
Günlerdir İkinci Ergenekon Davası’nın sanıklarından Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin başına gelenleri yazıyorum... İstanbul Emniyeti, nihayet lütfetti ve dün bir açıklama yaptı. Aslında buna açıklama değil, “durum kurtarmaya çalışma” demek daha doğru ya, neyse... Açıklamanın detayını haber sayfalarımızdan okursunuz. Ben özetleyeyim:
1) Teğmen hakkındaki suçlamalar;
şüphelinin bizzat yaptığı ve tape edilmiş telefon görüşmeleri, yapılan aramalarda elde edilen fiziki ve dijital dokümanlar ile Hizb-ut Tahrir örgüt üyeliğinden haklarında dava açılan Kurtça Bektaş ve Süleyman Solmaz’ın ifadelerine dayandırılmış...
2) Aralarında Hizb-ut Tahrir örgütüne üye bazı kişilerin de bulunduğu 139 kişiye ait telefonlar Hizb-ut Tahrir davası sanığı Mahmut Oğuz Kazancı’nın telefonundan Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin rehberine yanlışlıkla yüklenmiş...
3) Teğmen Çelebi’ye ait telefonun, 19 Eylül 2008 günü kısa bir süre için açık kalması hadisesi ise sanıktan elde edilen telefonun hafızasındaki bilgilerin teknik personel tarafından kopyalanması esnasında gerçekleşmiş... Kopyalama esnasında telefon yaklaşık 2 dakika açık kalmış... Bu da rutin bir işlemmiş ve diğer tüm şüphelilerin telefonlarına da uygulanmaktaymış... Hani bir laf vardır ya, “Özrü kabahatinden büyük” diye... Bu açıklama, bu söze “cuk” diye oturuyor! İstanbul’un Sayın Emniyet Müdürü’ne hatırlatmak isterim: Yasalarımız, sanık ve şüphelilerin tüm haklarını sizin ve personelinizin namusuna emanet etmiştir.
Mustafa Mutlu / Vatan
+++
Duvara fena tosladık
Ya biz toplum olarak hep beraber aklımızı kaybettik, ya da bunlar bizi gerçekten öyle sanıyorlar. Türk yargısı bir türlü bitiremeyince yargılama sürecini, insanları domuz bağıyla öldüren, hayvan gibi boğazlayan katiller gözümüzün içine baka baka tahliye oldu. Her gün karakola gelip imza atmaları gerekirken 1 hafta boyunca gelmediler.Birinci günün sonunda kıllanması gereken yetkililer hiç oralı olmadılar ve adamlar tüydü.Bunun üzerine polis bu katilleri bulmak için baskınlar yapmaya başladı. İlk olarak nereyi bastı peki polis? Mustazaf DER’i... Niye? Çünkü Hizbullah örgütü ile bağlantısını biliyordu. Mustazaf DER demek Hizbullah demekti. Kimse bulunamadı tabii. Sonra Kılıçdaroğlu çıktı dedi ki ‘AKP seçimler için Hizbullah ile işbirliği yapıyor.’ Başbakan çok kızdı... Sonra ortaya çıktı ki hem seçimlerden önce hem de referandumdan önce AKP milletvekilleri Mustazaf DER’i yani Hizbullah’ı ziyaret etmişler. Destek istemişler hatta referandumdan sonra desteklerinden dolayı bir de teşekkür etmişler. Buna rağmen Hüseyin Çelik ne dedi peki? ‘Kılıçdaroğlu duvara toslamıştır. Milletvekillerimiz birçok derneği ziyaret ediyorlar. Ne var bunda?’ Polis tarafından terör örgütü üyesi kaçak katilleri bulmak için basılmış ve AKP’liler tarafından ziyaret edilmiş başka dernek var mı peki? Yok... Madem her derneği ziyaret ediyor AKP’liler, mesela o bölgedeki Atatürkçü Düşünce Derneği’ni ziyaret etmişler mi hiç?
Nihat Sırdar / Akşam
+++
Bize yüzde 15 derler
Cepheleşme her dönemde bizim milli sporumuzdur ama bu spor dalı, hiçbir dönemde bu denli rekor üstüne rekor kırmadı.
Grisi olmayan bir yola düşmüş durumdayız.
Herkese olduğu gibi biz gazetecilere de iki yol gösteriliyor:
- Ya bizdensin ya da düşman.
- Ya itaat et ya da isyan et.
- Ya “jöleli” gibi kafayı çalıştırıp anında tornistan patlat ya da bütün yatırımı Kemal Abi’ye yapıp beklemeye geç.
- Ya öv ya da söv.
Azıcık ortadan gittin mi, azıcık herhangi bir tarafa yaslanmaktan imtina ettin mi, azıcık kafana göre takıldın mı, hemen patlatıyorlar ensene “Tarafını seç” şaplağını...
Bunu iktidar da yapıyor, muhalefet de.
***
İşte bakın: Medyanın bir bölümü resmen iktidarın güdümünde...
Olaylar karşısında henüz iktidar bile ses vermemişken oradan ses geliyor.
Öyle sözcüler var ki o yayın organlarında, AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’i bile yaya bırakıyorlar.
Medyanın bir başka bölümü ise gayet mutedil gidiyor.
İncitmeme çabası var, aşırı dikkat var, öfke yaratacak haberler konusunda abartılı bir özen var.
Sayfalar şahane Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül fotoğraflarıyla dolu.
Ama bütün bunlar yine de iktidarı kesmiyor. Yine de... Hükümet cephesinde kimin kafası atıyorsa, kimin asabı bozuluyorsa, kimin damarına basılıyorsa...
Başlıyor medyaya yüklenmeye...
Bir aşağılama ki...
Sormayın gitsin.
***
Şu anda medya, Türk siyaset tarihinin en “dikensiz gül bahçesi” durumunda.
Ama Başbakan Erdoğan bir türlü tatmin olmuyor. Çaktıkça çakıyor medyaya... Mesela en son Ukrayna uçağında şöyle demiş: “Türk medyasının çıkmazı, medyanın dili ile milletin dili uyumlu değil. Senin söylediğini halk anlıyorsa siler süpürürsün. Medyanın halkı etkilemesi yüzde 15 bandında”.
(...)
Ama şunu sormadan geçemeyiz:
Madem medyanın etkisi yüzde 15...
Bu kadar polemiğe, bu kadar operasyona, bu kadar kıskaca alma gayretine, bu kadar çeki düzen verme arzusuna ve bu kadar yeni medya düzeni yaratma çabasına ne gerek var?
Neden her konuşmanın önemli bölümünde medya hedef alınıyor? Neden köşe yazarı düzeyinde polemiklere girişiliyor? Niye meslektaşlarımız iki uçağa doldurulup diyar diyar gezdiriliyor? Madem medyanın etkisi yüzde 15... Yüzde 85 sana yeter de artar bile... Bırak, milletin dilini konuşmayan medyacılar, kafalarına göre takılsınlar.
Ahmet Hakan / Hürriyet
+++
Her şey bitti mi!
“Faşizme ve baskıya karşı biz parti olarak, milletin vekilleri olarak yapılması gereken her şeyi yaptık mı ki milletin aslını göreve, direnmeye çağrıyoruz?” Unutulmasın ki beş ay sonra bir genel seçim yapacağız. Millet “meşru zemin içinde haklarını sandığa giderek zaten kullanacak” değil midir? CHP “bu gidişle beş ay sonra her şey bitmiş olacak” diyorsa, direnme hakkını kullanmaya razı edeceği halka ne tür bir önderlik hizmeti verecek?
Güngör Mengi / Vatan
+++
Nefret suçlusu ilan edilen Aşık’tan cevap geldi:
Türklere yapılan haksızlık görülsün istedim
Hrant Dink Vakfı, “Nefret Suçları ve Nefret Söylemi” başlıklı bir derleme kitap yayımladı.
Kitap, geçen yıl düzenlenen bir konferansın sunumlarından oluşuyor.
Sunumlardan biri gazeteci Kemal Göktaş tarafından yapılmış, “Medyanın Hrant Dink’i hedef haline getirmesi” başlığını taşıyor.
Kitaba alınan sunumda bizim de bir yazımız geçiyor...
Kemal Göktaş 2009 yılında yazdığı “Hrant Dink Cinayeti” adlı kitapta bizim kimi yazılarımızdan hastalıklı yorumlar üretmişti...
Bu yorumlar daha sonra “Hrant” adlı kitaba aktarıldı, şimdi de “Nefret Suçları ve Nefret Söylemi” adlı kitaba...
Eleştiri konusu yazımız 15 Ekim 2005 tarihinde sütunumuzda yayımlanmış. Aynen şöyle:
“Ermeni asıllı yazar Hrant Dink, 6 ay cezaya çarptırılmasına, ceza tecil edilmesine rağmen üzülmüş. Ülkeyi terk etmekten söz etmiş... Ceza hukuk dışı güdülerle verildiyse elbet üzülünür, kınanır.
Hrant kardeş... Sen haksız bir mahkeme kararına haklı olarak üzüldün...
Peki 70 milyonluk bir ulusu, herhangi bir yargı kararı olmadan kendisinden önce yaşanmış olaylardan dolayı ’soykırım suçlusu’ilan ederken bunda da bir haksızlık görüyor musun? Görmüyor musun?”
Bu yazıya Kemal Göktaş’ın yaptığı yoruma bakınız: “Hiç ilgisi olmayan iki konuyu karşılaştıran Aşık’a göre Dink’e verilen ceza, Türkiye’ye yöneltilen soykırım suçlamalarına karşı bir yanıttı.”
(...)
İstenen sadece Hrant’ın da Türk halkına yöneltilen soykırım suçlamasındaki haksızlığı görmesiydi.
Nitekim Hrant bu yazımıza hemen yanıt vermiş bu yanıt da sütunumuzda yayımlanmıştı.
Melih Aşık / Milliyet
+++
Cumhuriyetin temeli kültür
Kemal Atatürk; ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli; kültürdür’ derken; cehalete karşı yürüttüğü savaşı özetlemişti. Cumhuriyet kurulurken okumuş insan sayısı yüzde bir kadardı.
Eğitime verilen önemle; yeni bir toplum ve yeni bir devlet yaratıldı.
Cumhuriyet insanı kitap okuyarak modernleşmeyi yakaladı.
Ben de ailelere; çocuklarına ve kendilerine kitap almalarını öneriyorum.
Bırakın televizyonu, interneti.
Orası beyninizi çürütür ama kitap sizi yeniden yaratır.
Rıza Zelyut / Güneş