Yargıya yeniden güven duyabilir miyiz?
Başlıktaki soruyu soran, hâlâ Balyoz Davası’ndan hükmen tutuklu olarak Hadımköy’de 3. Ordu Özel Askeri Ceza ve Tutukevi’nde tutulan Deniz Kurmay Albay Murat Saka. Toplumun “henüz” darbeci ve darbe taraftarı olarak suçlanmamış kesimlerinin “tanışmadığı” bir sistemi sorguluyor mektubunda;
Suçlamak istersek suçlarız, hapsetmek istersek hapsederiz, cezalandırmak istersek hükmü bile beklemeyiz; adalet dediğin ne ki sistemi!
Ben aradan çekileyim Kurmay Albay Saka anlatsın gerisini:
“Bu kadar yalan ve iftiralarla dolu olan deli saçmaları, nasıl olsa eninde sonunda mahkemede hak ettiği muameleyi görecekti.
Bir zamanlar ortak kanaatimiz bu yöndeydi; bu yalan ve iftiralar daha fazla sürdürülemezdi. Bu devletin mahkemeleri vardı; eninde sonunda doğru ile yanlışı ayırt ederdi. Hatta ve hatta, bu yalan ve iftiraları düzen sahtekarlar, gün gelir kaçacak delik ararlardı.
Yargılamanın perde arkası
11 Şubat 2011 Cuma akşamı, önce bir şaka gibi görünen altyazıları televizyonda gördüğümde, büyük bir şaşkınlıkla beraber, yüzlerce ailenin maruz bırakıldığı zulüm duygusuna ortak olmaya başladım. Bu yaşananlar, sıradaki yüzlerce ailenin başına geleceklerin habercisiydi.
Asrın iftirası Balyoz Davası’nda 163 asker kişinin topluca tutuklanmasına imkan sağlayan bazı önemli gelişmeleri (eksiklikleri), ancak bir süre sonra anlayabildik:
1. Dijital sahtelikleri ilk defa ortaya koyan bilirkişi raporu (Adli bilişim uzmanı J.Mu.Yzb.A.Hakan Erdoğan, Mehmet Baransu’nun bavulundan çıkan CD’leri incelediğinde dijital manipülasyon tespit etti...) özel yetkili savcı tarafından mahkemeye gönderilmemişti.
2. Özel yetkili savcı, sanıklar lehine olan delilleri de mahkemeye göndermek yerine adli emanete saklamıştı
3. Mahkemenin önceki başkanı, muhtemelen TÜBİTAK raporlarındaki çelişkilerin aydınlatılabilmesi için yeni bilirkişi raporu aldırma girişimleri ve tutuklamalara muhalif kalmasından dolayı, duruşmaların başlamasına sadece 3 gün kala görevden alınmıştı.
Sahne arkasında kalan bu gelişmeleri, diğer iftira mağdurları ile kader arkadaşlığım başladıktan sonra öğrendim. Bu olumsuzluklara rağmen, duruşma savcısının ve hakimlerin, doğruları bulma gayreti içinde olacaklarına ilişkin inancımı devam ettirdim.
Bir garip savcı...
17 Ocak 2012 tarihinde duruşmada şahsıma verilen söz üzerine yaptığım konuşmada; iddiaların, gerçeklerin çok uzağında olduğunu anlatmayı müteakip, önce duruşma savcısına sonra da hakimlere dönüp, “Bir an evvel doğruları ortaya koymak için hep birlikte çaba sarf etmeliyiz” şeklinde samimi bir teklif sundum.
Bu teklifimi ifade ederken Savcı Hüseyin Kaplan’ın son derece sempatik bir tavır içinde tebessüm gösterdiğini ve başını eğerek teklifime olumlu yanıt verdiğini gördüm. Savcımızın bu olumlu hareketi kendisi hakkında olumlu bir kanaat edinmeme neden oldu.
Öyle ya, Devletin bir Cumhuriyet Savcısıydı bu kişi. Hata yapan meslektaşları olabilirdi; ama gerçeklerin ortaya konulması için, bu savcımızın katkı sağlamasına ne gibi bir engel olabilirdi ki?
19 Ocak 2012 tarihli celsede, birçok iftira mağdurunun tutuklanmasına neden olan asılsız ve sahte bir plan ile ilgili çarpıklıkları dile getiren bir avukat, ” Bu çarpıklık Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından görülmemiş midir “ şeklinde bir soru yöneltti. Savcı Hüseyin Kaplan’ın tutanaklara yansıyan tepkisi şu şekildeydi:
“Cumhuriyet Savcılığı iddianamede belgelerini, delillerini, görüşlerini söylemiştir. Savunmaya göre bu hatalı veya doğru olması önemli değil. Sanık delilleri çürütmekle görevlidir veya şey yapmak ile görevlidir.
İftira at izi kalsın
Aslında sanıklar delilleri çoktan çürütmüştü, hem de resmi belgeler sunarak. Tek sorun, sanıkların sunduğu resmi belgelerin, bavuldan çıkan sahte dijitaller kadar makbul olmamasıydı.
Ancak, adalet gerçekten savcının dediği bu zihniyette işliyorsa “iftira at izi kalsın” misali, istediğiniz herkesi hapse atmak mümkün olacakı. Savcımızın bu sözlerini duyduğumda, çok değil, sadece iki gün önce edindiğim kanaatin bir yanılgı olduğunu da anlamıştım.
“Darbeyi önlediği iddia edilen şahısların dinlenmesi” ve “Bilirkişi tayin edilmesi” yönündeki ısrarlı taleplerimizin hakimlerce reddinden sonra, “Bu koşullarda mahkemeden sağlıklı bir karar beklenemeyeceği” yönündeki kanaatler yaygınlaştı. 29 Mart 2012 tarihinde aynı savcımız, iddianamenin bir tekrarı özelliğindeki mütalaasını beyan etti. Delillerin değerlendirilmesi aşaması bu şekilde atlanmış oldu.
Sahtekarların huzuru bozulmasın
Sahtekarlıkları tespit eden bilirkişilerin mahkemede dinlenmesi; atlanmış olan bu aşamayı takip eden döneme denk geldi. Adli Bilirkişi T.Koray Peksayar’ın beyanları sonrasında savcı Hüseyin Kaplan’ın düşünceleri 5 Nisan 2012 tarihli duruşma tutanağına şu şekilde yansımıştı:
“Biz zaten mütalaamızı verdik.(...) Uzman bilirkişi veya uzman kişinin dosyaya bir katkısı olmamıştır, sorular da yönlendirmedir. Bu konuda mütalaamızı değiştirecek hiçbir husus yoktur.”
Halbuki konuyu yakından bilen bizler dahi bilirkişinin anlattıklarından yeni bilgiler edinmiş ve “vay be” diyerek nasıl pusuya düşürüldüğümüz konusundaki hayretlerimizi gizleyememiştik.
Gerçeklerin ortaya konmasında, bizim gösterdiğimiz çabalara savcı ve hakimlerin de katkı sağlamasını beklerken, sanki gerçeklerin mahkemede tescil edilmesini istemiyorlar gibi, bizlerden çok daha farklı bir anlayışa sahip olduklarını gördük.
Mahrem görüşmeden daha hayati sorunlar var
Ceza görmesi zorunlu olan bir kurumun seçilmişlerine faturayı kesip, faturayı hazırlayan sahtekarların huzurunu bozmamayı esas alan bir oyunun içinde gibi hissettik kendimizi.
Özel yetkili hakim ve savcılarımızın, gerçeklerin ortaya konması konusunda zihinlerde bulanıklık yaratan bu tutum ve davranışları, yargıya güven duyanların oranını azalttı; yargı mensuplarının yanlı(ş) kararlar verdiği yönündeki düşüncelerde ciddi bir artışa neden oldu.
Yargıya olan güveni tekrar kazandırmak için siyasilere elbette önemli görevler düşüyor.
Adli yargılamayı, yani hakimlerin tarafsız ve bağımsız olarak, akıl ve vicdanlarıyla hareket etmek suretiyle yargılama yapmalarını sağlayacak tedbirlerin alınması, bu toplumun öncelikli ihtiyaçları arasında beklemektedir. O kadar ki, hükümlü ve tutukluların eşleriyle mahrem görüşme(!) imkanını sağlayacak olan düzenlemelerden daha önceliklidir.
Uygulanacak tedbirler arasında, HSYK’ya düşen görevler de vardır. Adil yargılama yapmadıkları için şikayet ettiğimiz hakim ve savcılar hakkında halen gereği yapılmamıştır. Adil yargılamayı sağlayacak tedbirler geciktiği sürece, yalan, iftiralar ve deli saçması iddialar ile masum insanlar ve aileleri zulüm görmeye devam edecek; hiç kimse hukuki güvence altında olduğunu hissedemeyecektir.
Gerçekleri araştırma yükümlülüğünü duyan ve vicdanı ile hareket eden hakim ve savcıların görev başında olduğuna kanaat getirebilirsek, işte o zaman yargıya yeniden güven duymaya başlayabiliriz.