Yandaşlığını çıkar da görelim ne kalıyor geriye...
Mümtaz’er Türköne Zaman’daki köşesinden buyurmuş:
“MHP’den Türklüğü çekip çıkardığınız zaman geriye hiçbir şey kalmıyor...”
“Ulus-devletin gölgesinde gelişip serpildiği için muhtevasız ve içi kof”muş Türk Milliyetçiliğinin.
***
Çağrışımın freni yok ki bas, dursun öylece, gelip konmasın zihninin en hınzır yerine. Ansızın çıkageliyor:
A benim kendini, ‘içi dolu dünyayı değiştirecek fikircik’ sanan Mümtaz’er Türköne’m, birgün olsun durup da baktın mı aynaya; yandaşlığını çıkardığın vakit senden geriye ne kalıyor
acaba?
***
Türköne’nin milliyetçilikle etnikçiliği bir kılma çabasının arka planını hem haber, hem yorum diliyle defalarca yazdık daha önce. Şuur altının köklerine, hırsının, ihtirasının, rövanşist tutumunun kaynağına ilişkin çokça tarihi, ideolojik, siyasal ve elbette psikolojik tespitte bulunduk...
Bugün yelkenler fora; herşey, hele de bu mümtaz tezleri(!) çürütmeye dönük eğilimimiz bir yana...
Madem böyle bir şey dünya; sonuçta altta kalanın canı çıkıyor oynanan her oyunda, o zaman bu saçmalamaların toplumsal dönüşüm harcı olarak satışa çıkarılmaması için eşit koşullarda, eşit silahlarla vuruşmalı.
(Silah dedik ama Allah vere de başımıza bir iş gelmeye şimdi yok yere. Öyle topraktan fışkıran cephane türünden değil ağalar, beyler; üslubumuzdur bizim yegane silahımız...)
Eşitliği sağlamanın ilk koşulu:
Tıpkı Türköne’nin yaptığı gibi mevzuyu kişiselleştireceksin!
Fikri çürütemeyebilirsin, ama o fikirle özdeşleşmiş bir ismi lince uğratır, lime lime edersen zaten otomatikman savunduğu fikir de onunla birlikte yerlere düşer...
Madem oyunun kuralı bu, yineleyelim en başta sorduğumuz soruyu:
Yandaşlığını çıkarırsan senden geriye ne kalır Türköne?
Öyle ya; AKP şunun şurasında 9 yıldır piyasada olduğuna göre, öncesinde de bir “sen” olmalı değil mi şu dünyada...
54-55 yaşlarında bir adamın hayatının son dokuz yılını yok saysanız bile geride kalan 40 küsur senenin karşılık geldiği bir değer bulunmalı, bir mana!..
Kolunda altın bileziğin var mesela; akademisyendin değil mi sen?
Ne güzel!
Haydi gel bakalım kişisel tarihine; “bilim” adına neler sunmuşsun yeryüzüne?
“Sözde Askerler”, “Türklük ve Kürtlük”, “Kürt Meselesi Nasıl Çözülmez?” ...
Bolca proje kitap sadece!
Kaçını, kim, nerede kaynak göstermiş?
Hangi makalen hangi ilmi ortamda takdir görmüş?
1980’den önce “ülkücü bilinen” Mümtaz’er Türköne...
1990’lı yıllarda ne garip tecelli ki “sınır ötesi darbeci bilinen” Mümtaz’er Türköne...
Tansu Çiller’in danışmanı olan Mümtaz’er Türköne... Karısı AKP milletvekili olan Mümtaz’er Türköne...
AKP’den milletvekili adayı olup temayülde liste dibi olan Mümtaz’er Türköne...
TRT’den nemalanan Mümtaz’er Türköne...
Hep bir siyasi gücün kanatları altında...
Hep birilerinin yanında... Hep birilerine layık olma çabasında...
Bütün dönemlerinin yandaşlığını çıkardıktan sonra, MHP’li, DYP’li, AKP’li olarak elde ettiklerin dışında ne bırakabiliryorsun ki arkanda!
Ha bir de “fırtınalı”, gazete sayfalarına malzeme olan bir “özel” hayat var ama, ne kadar “eşit silahlarla” desek de biz senin “kaset”e baktığın gibi bakamayız, “işte ölümcül darbe silahı” deyip mal bulmuş mağribi gibi atlayamayız evinin içinde olup bitenlere...
***
Neymiş demek ki mevzilendiğin “iktidarlı zeminleri” çekince ayaklarının altından, koca bir “hiç”miş kalan senden geriye...
Kızdım şimdi kendime;
Bir “hiç” uğruna değer miydi bunca kelam etmeye!
+++
BEHİÇ KILIÇ’ın vefat haberini aldık...
Duyar duymaz üzerine kalem oynatılacak iş değil “ölüm”. Haber almak, duymak yetmiyor kabullenebilmek de gerekiyor. Eğer kabullenebilirsem, ancak ondan sonra “Behiç Abi’nin ardından” diye başlayan cümleler kurabilirim...
+++
Ay nasıl olur(!)
“Sınırı geçip bize sığınan Suriyelilere kapıları açık tutmak bile Türkiye’nin Suriye karşıtı komplo içinde gösterilmesine yetmiş”miş de... “AKP’nin en zor zamanda Batı ile ilişkilerini riske atarak Tahran’ın yanında yer aldığını unutan İran medyası bile Türkiye’yi suçlayan yayınlar yapmakta”ymış da... “1400’den fazla insanın ölmüş olmasına ’devletin kendini koruma hakkı’ olarak” bakılamazmış da...
Suriye’de yaşananların Batı’nın komplosu olarak algılanması karşısında “hayretler içinde” yandaş medya...
Kimse bu arkadaşlara ABD’nin 2006’dan bu yana Suriye’deki muhalif grupları hareketlendirmek için yağdırdığı milyon dolarlardan bahsetmedi galiba!
İran medyasına biraz daha yoğunlaşır, ülkeleri 75 milyon dolarlık Amerikan fonuyla sivil darbeye uğratılmak istenen bu insanların küresel tezgahı nasıl bozduklarını anlamaya çalışırlarsa hayli faydalı olur kanımca...
+++
Kaderin ters be lale kardeş
Eşek ithal ediyoruz. Mardin’e. Belediye’deki 48 kadrolu eşeğin 10’u emekli oldu, çöp toplama işi aksadı, Belediye Başkanı kendisini ziyaret eden İtalya’nın Ankara Büyükelçisi’ne sipariş etti, Sicilya’dan 15 eşek gelecek. İthal eşekler, Fen İşleri Müdürlüğü’nde bir hafta kurs görüp, kadroya alınacak.
*
Böcek ithal ediyoruz. Uğurböceği... Hani “uç uç böcecik, annen sana terlik pabuç alacak” var ya, işte o... İspanya’dan geliyor. İthal tarım ilaçlarıyla bizdeki neslini yok ettik, halbuki, tarımdaki zararlıları o yok ediyor.
*
Bakteri ithal ediyoruz. Hollanda’dan... Türk yoğurdu için.
*
Fare ithal ediyoruz. Malum, bizimkiler cahil, laboratuvarda deney yapmak için diplomalı fare lazım.
*
Bas bas bağırsak, hikâye. Bağırsak ithal ediyoruz. Brezilya’dan, kokoreç için.
*
Bildiğin taş ithal ediyoruz. İsveç’ten, bahçe süsü için.
Toprak ithal ediyoruz. Almanya’dan, saksı için.
Kafamızı nereye çevirsek, keresteye rastlıyoruz ama, az bile demek ki... İthal ediyoruz.
*
Ekonomisi iflas etmiş Yunanistan bizden banka aldı, biz onlardan babayı aldık desek, yanlış olmaz... Sperm ithal ediyoruz.
*
Hal böyleyken... 57 adet “ters lale” yi yurtdışına çıkarmaya çalışan iki turist... Tarım Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığı, Gümrük Muhafaza Müdürlüğü ve Doğa Koruma Genel Müdürlüğü’nün nefes kesici operasyonuyla, Kapıkule Sınır Kapısı’nda suçüstü enselendi. Dört-beş üniversite, TÜBİTAK filan devreye girdi. Çünkü, lale tersine...
Yılmaz Özdil - Hürriyet
+++
Çözüm nasıl bulunur, kriz nasıl aşılır; bilmiyorum...
Tek bildiğim, daha düne kadar “Ettiğiniz yemine sadık kalın” diye efelendiğimiz bu insanların bugün çektikleri reste, aynı mertlikle yanıt verecek bir politikanın olmadığı!
Eğer öyle bir politika olsaydı, o vekillere “Madem bu yemine inanmıyorsunuz, inançlarınıza saygılıyız. Ama bu durumda vekillik görevini yerine getiremezsiniz” denilir ve milletvekili maaşı bağlanmazdı!
Mustafa Mutlu - Vatan
+++
Ona gazete değil tetikçi denir
Ahmet Altan, son döneme ilişkin medya analizleri yapıyordu: “Askeri vesayet gerilerken ’merkez medya’ denen ordu medyası da inandırıcılığını ve gücünü epeyce kaybetti...”
Merkez medyanın gücünü kaybettiği doğru ama herkesin bildiği gibi bunun vesayetle falan ilgisi yok iktidarın uyguladığı ağır mali ve anti demokrat baskıyla ilgisi var. Gelelim gazetecilik bahsine...
Karanlıktaki bir el tarafından uzatılan CD’leri savcılığa teslim ederek Balyoz davasını başlatan kişi Taraf gazetesinin muhabiriydi malum. Gazete yönetimi de bu kuryelik işini sahiplendi. Savundu. “Fatih Camii’ni bombalayacaklardı”, “Kendi jetimizi düşürecektik”, “gayrimüslimleri öldüreceklerdi”, diye günlerce manşet attılar. Şimdi iki günün biri bu CD’lerin düzmece olduğu yolunda güçlü kanıtlar ortaya konuluyor. Taraf gazetesi bunları titizlikle görmezden geliyor. Son olarak geçen hafta sonu CD’lerin üzerinde e. Org. Süha Tanyeri’ye ait yazıların düzmece olduğu, biri Amerikalı (Grant Sperry) diğeri Türk (Yard. Doç. Dr. Jale Bafra) iki bilirkişi tarafından ispatlandı. Haber iktidar yanlısı Sabah’ta dahi yer aldı. Taraf’ta yok. Bir gazete adli bir iddiayı seslendiriyorsa o iddiayı zayıflatan haberleri de okuruna duyurur. Bunu yapmıyor tek taraflı bir misyonla sadece ordu aleyhindeki güdümlü haberlere aracılık ediyorsa ona gazete değil tetikçi denir.
Gazetecilikten söz etmek için önce gazetecilik yapmak gerekir...
Melih Aşık - Milliyet
+++
Sen istedin böyle olmasını!..
... Bugün Türkiye’de medya iktidar karşısında önünü iliklemek zorunda kendini hissediyorsa, geçmişte başka iktidar güçleri karşısında önünü iliklemek geleneğini köklü biçimde yerleştirdiği içindir. “Kara gözlüklüler” tabirini ortaya atanlar, gazeteleri sendikasızlaştırmakla övünenler, basın patronlarının gazete ve televizyonları başka çıkar alanlarının goygoycusu haline dönüştürmelerine yardım edenler bugün hızla hizaya giren medyanın bu halinin birincil sorumlusudur.
Şimdi yeni pembe gözlükler taktırılması, “ufak tefek sıkıntılar var ama her şey yolunda” inancının salgılanması günlerindeyiz. Gücün merkezinde olduğunu sergilemekte sakınca görmeyen bir başbakan seçim konuşmalarında muhalif gazetecileri, muhalif gazeteleri diline dolayabiliyor, onları halka telin ettirebiliyor. Muktedirler, bir kitabın -üstelik yayımlanmamış- bomba kadar tehlikeli ve zararlı olabileceğini fütursuzca iddia edebiliyor, hapisteki gazetecilerin gazeteci olmadıklarını söyleyebiliyorlar.
Yeni hegemonya medyadan muktedirlerin hınk deyicisi olmasını talep ediyor. Polis ve yargı güçleri eliyle yürütülen bastırma, sindirme, yıldırma operasyonlarının tetikçisi veya mıntıka temizleyicisi olanları el üstünde tutuyor. Neredeyse sadece kendini görmek, kendini okumak, kendini dinlemek istiyor. Yeni merkez medya adını taşımayı hak eden kesimde durum bu. Eski merkez medyada ise durum haliyle daha parlak değil, çünkü gazeteci olma refleksinin yittiği yerde kuru çığırtkanlıkla bu boşluk doldurulmuyor.
Birbiri ardına hizaya giriyor önde gelen medya kuruluşları. Bu hizaya gelmenin arkasında yeni muktedirlerin çabası kadar, boyun eğme gereğinin içselleştirilmesi de var. Muktedirlerin isim isim yönettikleri bir temizliğin yanında, birçok medya patronunun yeni dünyaya, yeni rejime uyum telaşı da bir o kadar etkili çalışıyor. Yeni muktedir karşısında dudaklarında eğreti bir gülümseme, hafif öne eğilerek el ovuşturuyorlar. Yeni muktedirlerin safında zamanında yer almış olanlar ise artık ayarı ve hizayı vermenin baş dönmesi içindeler. Temiz, ahlaklı, “iyi çocuklar” yeni hakikat rejiminin hınk deyicileri olarak işlerini yapıyorlar.
Her zaman ama özellikle tam bu zamanda, hiçbir güce müdana etmeksizin, bastırılanın, susturulanın sesi olan, bütün muktedirleri gerçek olgulardan hareketle sorgulayan, rahatsız eden karşı seslere demokratikleşmenin olmazsa olmaz ihtiyacı var. Radikal bu seslerden biri olmaktan imtina edebilir mi? Ya da soruyu tersten soralım: ederse, geriye ne kalır? Ahmet İnsel Radikal
Son kahramanlık fayda etmiyor işte. Arkadaşları birer birer köşelerine veda edince “Hegemonya medyadan muktedirlerin hınk deyicisi olmasını talep ediyor. Polis ve yargı güçleri eliyle yürütülen bastırma, sindirme, yıldırma operasyonlarının tetikçisi veya mıntıka temizleyicisi olanları el üstünde tutuyor” diyen Ahmet İnsel, bu düzenin tesisine “yetmez ama evet” demişti Halkımızın başı sağ olsun.