Yandaş medya "fener"i söndürdü
Maç öncesi, taraftarları coşturmak için sahaya çıkan Temel elinde megafon başlıyor anlatmaya:
“Uşaklar dinleyun penu!.. Sağ elimu havaya kaldirunca bütün dribun “yaşa” diye pağuracak. Sol elimu kaldirdiğumda “Trapzon” diye pağuracak. İki elimu aynu anda havaya kaldirunca “sessuzluk” olacak, tamam mı...”
Tribünler ayakta:
“Tamammm!”
Temel dediği gibi bir sağ elini, bir sol elini kaldırıp coşturuyor bütün taraftarları.
Bir an tezahürata ara vermek isteyip, iki elini havaya kaldırdığında, tribünler bu kez hep bir ağızdan şunu söylemek için ayakta:
“Sessuzluk!... Sessuzluk!.. Sessuzluk!...”
****
Deniz Feneri e.V. soruşturmasını yürüten Alman makamların, Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği’nin de araştırılması yönünde resmi talepte bulunmasından tam 9 ay 10 gün(!) sonra, Kanal 7’ye neredeyse davul zurnayla yapılan ve basılanların baskıncılarını sanki kırmızı dipli mumla çağırmışlarcasına, pasta-börek-limonatayla karşıladığı “operasyon”la başlayan soruşturma, kendi ruhuna uygun bir seyirde ilerliyor...
Yani;
Sabahın köründe evleri didik didik aranarak, pijamalarıyla yaka paça polis araçlarına tıkılarak, aşk mektuplarına kadar hayatlarına girmiş her tür belgeye el konularak, çocuklarının çizgi film cd’leri hakkında tutanak tutularak, konuldukları nezarethanelerde terörist muamelesine uğrayarak, yıllar süren tutuklulukla paralel bir yargılamaya tabi tutularak yahut medyanın yargısız infazına kurban edilerek değil de “suçları kanıtlanıncaya kadar misafirimizdirler” edasıyla getiriliyorlar ifadelerinin alınacağı makamlara...
Tam 34 ay önce atılması beklenen adım anca atılınca, “fener medyası”nın pili bitmiş olacak ki, dün karşımızdaydı yine o malum karartma...
Yenişafak, Star, Sabah, Takvim, Vakit ve Türkiye’nin “fenersiz” birinci sayfalarıyla “aydınlandı” dün binlerce kimse!
Zaman ve Bugün ise, birinci sayfanın en altından ancak mercekle farkedilebilir ebatta bir ışık huzmesi sızdırabildi ki; dostlar gazetecilikte görsün kendilerini.
Bu gazetelerin hepsi de futboldaki “şike”ye en büyük puntolarla posta koyarken, aslında gazetecilik namusuna karşı “şike”ye giriştiler gizliden.
Bas bas bağırıyordu manşetleri:
“Sessuzluk, sessuzluk!”
Muhtemelen “kinlerinin koçbaşı” olan hukukun “Müslümana yönelmiş bir iftirası” olduğu ön yargısıyla yaklaştılar, “Müslümanların alınterini cep yapmakla suçlanan” arkadaşlarının yaşadıklarına.
Tıpkı yüzlerce askeri, gazeteciyi, doktoru, akademisyeni makul bile olmayan “şüphe” uğruna, attığı manşetleri üst üste koyarak yaptığı idam sehpasına çıkaran Ahmet Altan’ın, oğlu Kerem’in evinde ölen gencecik Defne’nin “kim vurduya gitmiş olma” ihtimalini sorgulamadan, “dosya kapandı” kararını coşkuyla manşetten duyurması gibi...
Veya...
“Bana dokunmayan savcı bin şikeciyi tutuklasın” deyip sağıra yatan “öteki” kulüplerin yöneticilerinin, taraftarlarının yaptığı gibi!
Birbirlerinden ne farkları var ki...
Katil...
Terörist...
Sapık...
Dolandırıcı...
Hırsız..
Ne olursa olsun, sonuçta “benim”se iyidir değil mi?
Hem atalarımız kimbilir kaç yüz yıl önce sağlamış bu tavrın meşruiyetini:
Kargaya da yavrusu şahin görünmez miydi!
Hayatta delil karartmazlar
Düşünün: Deniz Feneri e. V soruşturması iki buçuk yıldır sürüyor... Ve sanıklar, iki buçuk yıldır ellerini kollarını sallayıp geziyor...
Mahkeme, “Aman; delilleri karartabilirler” demedi...
Zahid Akman RTÜK Başkanlığı’ndan vazgeçmek zorunda kaldı ama RTÜK üyesi olarak bu ülkenin yayıncılığını şekillendirmeye ve yönetmeye devam etti...
Diğerleri ise hiçbir şey olmamış gibi televizyonlarını yönettiler, Deniz Feneri aracılığıyla yeni kampanyalar düzenlediler, imaj düzeltme operasyonlarıyla kamu vicdanında aklanmaya çalıştılar...
Ve... Bu iki buçuk yılda; karartabilecekleri her türlü delili karartma hakkına ve fırsatına sahip oldular...
***
Herkes biliyor ki; bu arkadaşlar siyasi iktidarın yakın dostuydu...
Mustafa Balbay ile Mehmet Haberal ise “muhalif...”
“Birinci hukuk”, Almanya’da haklarında kesinleşmiş mahkûmiyet kararları bulunan ve aynı yasa dışı faaliyetleri Türkiye’de de yaptıkları iddia edilen Akman ve arkadaşlarına bolca zaman tanıdı... Seçimler bitti, Deniz Feneri’nin birilerine zarar verme olasılığı en aza indi; hooop bu arkadaşlar gözaltına alındı... Balbay ile Haberal ise yıllardır tutuklu!
***
Deniz Feneri öyle olmuş, böyle olmuş önemli değil... Ben bu “ikili hukuk”tan korkuyorum. Çünkü bu sistem; her türlü suçtan çok tehlikeli!
Mustafa Mutlu / Vatan
Tayyip partili yetkililerin önceki gün tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı. 15 Temmuz konusunda “Arkadaşlarımız CHP için sürçü lisan etmişlerdir” demek zorunda kaldı. Böylece ilk geri adımı atmış oldu.
Emin Çölaşan / Sözcü
Milli Eğitim emin ellerde...
Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Ömer Dinçer ilk kez 1995 yılında katıldığı bir sempozyumda dile getirdiği kimi görüşleriyle dikkatleri çekmişti...
Neydi o görüşler derseniz, kısaca hatırlatalım:
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu sırada ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz.
Halk için ve halk adına yönetim diye tabir edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür.
Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam ile bütünleşmesinin gerekli olduğu kanısını taşıyorum.
Böylece Türkiye Cumhuriyetinin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin, laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerine, daha çok katılımcı daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.”
Dinçer bu sözlerinin ardından 1995 yılında yayımlanan “İşletme Yöneticiliği” kitabının intihal olduğunun ortaya çıkması...
Bunun üzerine YÖK Genel Kurulu tarafından bir daha alınmamak kaydıyla öğretim üyeliğinden çıkarılmasıyla gündeme geldi. Bilimsel aşırmacılık yüzünden profesörlüğü elinden alınan Ömer Dinçer yarınki nesillerin yetiştirilmesinde en büyük rolü üstlendi...
Usta’ya teşekkür ediyor, Milli Eğitim emin ellerde diyoruz...
Melih Aşık / Milliyet
Altanlar’ın “adalet”le imtihanı
Kerem Altan’ın başına gelen tatsız olay, şimdi de damadın bu soruşturmaya karışması.
Bütün bu olaylardan ailenin çıkarması gereken bir ders var: Masumiyet karinesinin ne kadar önemli olduğu.
Bir İbrahim Seten’i düşünüyorum, bir de onunla benzer durumdaki başka gazetecileri. Ortada hiçbir somut delil yokken Ahmet Altan ve askerleri tarafından üzerlerine mermiler yağdırılan başka gazetecileri. Bizzat Ahmet Altan’ın ’görevli’ diye hedef gösterdiği gazetecileri. Taraf’ın sayfalarında özel konuşmaları yayımlanan, çete şemalarında adları yer alan gazetecileri.
Kaç kişiye daha soruşturma devam ederken bizzat Ahmet Altan ve çevresi tarafından gazete sayfalarında hüküm giydirildi. Kaç ’özel yetkili’ gazeteci görevlendirildi tetikçilik için.
Şimdi ’Allah’ın sopası yok, bak aynı şey kendi damadının başına da geldi’ diye rövanş mı alalım?
İbrahim Seten olayı bize de bir sınav aslında: Taraf’tan, Ahmet Altan’dan daha iyi insanlar, daha iyi gazeteciler olduğumuzu göstermek için bir fırsat.
Oray Eğin / Akşam
Orduyu rezil etmeyin istifa edin
“42 generali darbeci olduğu için hapse atılan bir ordunun genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları o makamda nasıl oturur?” sorusunun sorulması gerekmez mi?
***
Generallerin artık görmesi gereken gerçek şudur: Bu ordu değişecek. İktidar kendi zihniyetine ve hedeflerine uygun olarak yeni bir orduyu kuracak.
Belli ki, son 20 yılda ordu içinde çok ciddi kadro faaliyetleri yapılmış. Darbe operasyonlarıyla yapılan ayıklamalar sayesinde herhalde bazılarının önü açılıyor.
Eğer mevcut generallerin ordularına ve mesleklerine karşı sorumlulukları hâlâ varsa, Askeri Şûra toplantısını beklemeden istifa etmeleri ya da emekliliklerini istemeleri gerekir.
Hiç olmazsa sanki bir suç ortaya çıkarılıyormuş gibi yapılan tutuklama operasyonlarıyla ordunun her gün rezil edilmesi de sona erer.
Can Ataklı / Vatan