Yağmur bekleyen kadınlar...
Okunmayı bekleyen yığınla kitap varken masanın üzerinde, -itiraf edeyim adına kandım- “Yağmur Bekleyen Kadınlar”a uzandım.
Kapaktaki boşluğa bakan mozaik kadın yüzü ilk bakışta romantik hikayelere davet eder gibi geldi nedense. Hesapta sert, acımasız, insafsız, kanlı gözyaşı akıttıran güncel kederlerimizden kaçıp, birkaç saatliğine “başka bir dünya”ya yolculuğa çıkacaktım.
Hoş, Mehmet Faraç’ın kalemi, hakikaten de “başka bir dünya”ya götürdü götürmesine de;
Ne romantizmi, “duygu”nun zerresi yoktu uğradığımız şehirlerde, köylerde, mahallelerde, evlerde...
“Yağmur”, zannettiğim gibi “melankoli”yi sembolize etsin diye değil;
Cayır cayır yanan körpe bedenleri, yürekleri söndürecek “mucize”ye duyulan hasretin ismi olarak başlıkta arz-ı endam etmişti.
Ve o “mozaik”, hayatları un ufak, paramparça edilen kadınların -tutunmayı başarsalar bile- iyileşmeyen yara izlerine göndermeydi belki!
***
“Nereden okudum” dediğim sanılmasın, tam tersine iyi ki okumuşum.
Bu kitap sayesinde tanıdım;
Diyarbakır Hani’ye bağlı Kırım köyünde bir koyun gibi boğazı kesilen 18 yaşındaki Tuba’yı,
Her gün dayak yiyen ve en son kaburgaları kırılmış halde gittiği baba evinden “ayıp, yuvana dön” diye geri yollanınca, pes edip üç çocuğuyla birlikte Fırat’ın derin sularına sığınan Birecikli Cemile’yi,
Amcasının oğluyla evlendirileceğini haber alınca, kendini Eskişehir’de kaldığı öğrenci yurdunun tuvaletinde bir kalorifer borusuna asan, 20 yaşındaki İngilizce Öğretmenliği öğrencisi Mardinli Gülbahar’ı,
Babasının hamile bıraktığı 17 yaşındaki kıza karşılık, 17 yaşında “berdel” yapılan Diyarbakırlı Ebru’yu,
13’ünde 50 kişinin tecavüzüne uğrayan ve bir sabah cansız bedeni Ömerli Devlet Hastanesinin kapısına bırakıldıktan sonra, şu hayatta kendisine ancak gömüldüğü duvar dibinde yer bulabilen Mardinli Remziye’yi,
Amca oğullarının tecavüzüne uğradıktan sonra bir ahırda asılı bulunan 14 yaşındaki Diyarbakırlı Havva’yı,
Ve dramı kitaba da adını veren, Tuzhurmatu’daki evinin avlusunda benzinle yıkadığı bedenini bir kibrit çöpüyle ateş topuna çeviren, feryatlar içinde çırpınarak can veren 21 yaşındaki Kerkük’lü Emine’yi,
Her biri ayrı bir trajedinin başrolünü oynamaya mahkum edilen Arzu’yu, Ceylan’ı, Sarya’yı, Necla’yı;
Yani “geleneklerin dövmeli ellerine değil törenin kırmızı kefenine doğan doğulu kızları” ...
***
O kızlar ki, Mehmet Faraç’ın ifadesiyle;
“Töre vahşeti-intihar-namus cinayeti, baskı-zulüm-kan davası!..
Ağa-feodalite-aşiret yapısı, yoksulluk-göç-açlık deryası!..
Berdel-kuma-başlık parası, şeyh-türbe-hoca muskası!..
Cemaat-tarikat irticası, PKK-İmralı-KCK’sı!..
‘Serok’u, molotofu, intifadası, ‘Apo’- Karayılan-Kuzey Irak’ı!..
Harkurk-Kandil Dağı-Zap Kampı, Erbil-Süleymaniye-Habur Kapısı!..
Sikorsky-roket-el bombası, Hizbullah-El Kaide-Hizbulkontrası!..
Poşu-sarık-medrese hocası, JİTEM-korucu-ajan çetesi!..
Kaçakçılık-eroin-hint keneviri, faili meçhul-kalaşnikof-mayın tarlası!..” arasına sıkıştırılmış hayatları.
O kızlar ki;
Kan revan içindeki çelimsiz bedenlerine mercek tutmak bile yeter “Güneydoğu”nun neden bu kadar ırak kaldığını görmeye!
***
Onlarca namus adına namussuzluk, ahlak adına ahlaksızlık hikayesi var kitapta. Ve bütün bunlar “meşru” o coğrafyada.
“Töre” dedikleri -ki Türk töresiyle, kültürüyle, geleneği, göreneğiyle zerre ilgisi bulunmayan, ağaların, şıhların, şeyhlerin ve hatta siyasetçilerin egemenliklerini pekiştiren bir örtbas sisteminden ibaret- şeyin “kanunu”na gönderme yapmış Faraç sıkça.
Urfa Valiliği’nin 1927 yılında yayınladığı Aşiret Salnamesi’ne göre;
Kan tuzu (yağma) hak, berdel hak, cinayet hak “Kötüler Mahallesi” nin yasalarında.
***
Bugün Anneler Günü.
Evlatlarını vatana feda, “terörizm” e kurban eden anneler için de, yavrularını “törerizm”in pençesinden kurtaramayan anneler içinde aynı dileğim...
Bugünü şehitliklerde geçirecek olan anneler için de, “töre” uyarınca bir mezar taşı bile çok görülerek çocukları kara toprağın altında “kaybolmaya” terk edilen anneler için de aynı duayı edeceğim:
Katilleri cezasız kalmasın!
Bekledikleri o yağmur tez zamanda yağsın;
Kınalı kuzuların, narin fidanların mezarları artık sadece analarının gözyaşlarıyla değil, birer damla adaletle, birer damla vicdanla da ıslansın!
***
Bunca yazdıktan sonra söylememe gerek yoktur herhalde, algılarınıza “Uyan artık, uyan da gör, uyan da duyarsız kalma” diye çocuksu çimdikler atan(!) bu kitabı okuyun bence.
Okuyun da, “Çıkmayın zalimce parçalanmış ağaçların çürümüş merdivenlerine.”
Yazık bu ülkeye...