Ya yumurta değil de kurşun atılsaydı!
Bundan 4 yıl önce (11 Şubat 2006), Mersin gezisinde o meşhur “Ananı da al git” vecizesinin muhatabı olarak, iktidarın vatandaşın derdine alaka düzeyini gösteren Mustafa Kemal Öncel, Tayyip Erdoğan’ın geçtimiz yılki Mersin gezisinde “eylem yapması olasılığı”na karşı “gözetim altında” tutulmuştu...
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Van’da yumurtalandığına göre, yeri geldiğinde “suikastçı”nın yemek borusundan “kurbanın ev adresi”ni çıkaracak kadar “kahin”leşebilen emniyet mensuplarımız, buradaki potansiyele ’uyanamamış’ olmalılar. Nitekim Baykal’ın “organize işler” iddiasına karşılık, “hiç haberimiz yoktu” tonundaki açıklama da bunu gösteriyor.
Demokrasilerde halkın siyasileri protesto hakkı elbette vardır, olmalıdır. Ama bir ülke de, bir tek, hedef muhalefet olunca mı demokrat kesilir be kardeşim! Halka susturucu takılmasını savunduğumuz sanılmasın diye tekrarlayayım; vahim olan protesto değil, iddialar ve Van ilini korumakla yükümlü kişi/kurumların geliştirdiği garip savunma.
Bir ülkenin ana muhalefet partisinin lideri bir ile gidiyorsa, o ildeki emniyet mensuplarının uçacak kuştan dahi haberdar olması gerekmez mi? “Eylem yapma olasılığı” olan kişileri “takibe” almış olması gerekmez mi?
Hele ki o ülkede en üst düzeydeki kimseler bile gırtlak gırtlağa gelmiş haldeyken. Topluma frensiz bir düşmanlık pompalanırken. Herkes gibi siyasilerde “hedef”ken...
Van’da çıkan yerel gazeteler neler yazmış baktım da; hemen her satır tahrip gücü yüksek bomba sanki; tahrik inanılmaz. İş Van’daki CHP’lilere baskıya kadar uzanmış: “Ergenekoncu partiden istifa edin, bu, bilmem ne aşiretine hakarettir, bilmem ne köyüne yakışmaz vs...”
Hele ki, feodal yapıdan dolayı halkın bir bölümünün doğuştan robot olmaya mecbur bırakıldığı, yani “kıtır kıtır adam doğramanın” bile iki dudağın arasından çıkacak bir tek “emre” baktığı bir coğrafyaysa gidilen... Hiçbir şey olmasa terör orada dururken... Yol kenarlarına “198 polis” dikmek midir önlem?
Komutanın karısıyla konuşmasından, savcının gazeteciyle görüşmesinden, futbolcunun sevgilisini dinletmesinden, şarkıcının uyuşturucu satıcısıyla pazarlığından, gazetecinin haber kaynağıyla bilgi alışverişine kadar... Adliye binalarından, medya plazalara, karargahlardan, amfilere, nihayet milletin yatak odasına kadar giren, olmuş-olacak ne varsa bir dokunuşta internete saçan, en derin örgütlerin, en şifreli konuşmalarını çözen “telekulak”, üç tane esnafın “eylem planı”nı nasıl duymamış! (Şeytanın gör dediği; duymuş da, aynı kapsama alanındaki başka ’trafik’leri açık ederim korkusuyla sağıra mı yatmış yoksa?..)
Bu ‘eylemciler’ hiç mi aralarında konuşmamış, şu saatte buluşacağız filan diye? Telepatiyle mi anlaşmışlar? Bir anda mı gelişmiş herşey; hepsinin de canı menemen mi çekmiş o gün; eve yumurta alırken mi denk gelmişler birbirlerine ve Baykal’a? Ya o “güvenlik” görevlilerinin “haberdar olmadığı” eylemde, otobüse atılması planlanan şey yumurta değil de kurşun olsaydı! Kim verecekti hesabını?
***
Altta kalanın canı çıksın
Yeniçağ’ın üç gün önce “Ört ki ölem” manşetiyle dikkat çektiği vahim tabloya ilk tepki gazetecilerden: Türkiye, gaddar gladyatörlerin, sadist seyircilerin, gözünü intikam ve iktidar bürümüş aydınların arenasına döndü
Bir arkadaşım anlattı. Okuduğu yabancı dilde eğitim yapan okulda torununa çok ilginç bir ev ödevi vermişler.
Fransa tarihini okuyorlarmış. Verdikleri ev ödevinin konusu şu: “Kendinizi Bastille zindanında yatan birinin yerine koyun.”
Milli Eğitim Bakanlığı, bir gün için Türkiye’de bütün okullara şu kompozisyon konusunu ders olarak verse ve çocuklar velileriyle birlikte bunu düşünse...
İntikamcı bir çevrenin işi
“Kendinizi bir an için Silivri’de yatanların yerine koyun.” Üç gün arayla salınıp, yeniden içeri alınanların yerine koyun. Mehmet Haberal’ın yerine koyun. Mustafa Balbay’ın, Tuncay Özkan’ın yerine, ailelerinin yerine koyun. İçerde başka gazeteciler de var. Sıradan insanlar, askerler, sanatçılar, işadamları var. Kendinizi Kuddusi Okkır’ın ailesinin yerine koyun. O çocuğun, mezarın içinde babasını toprağa verirkenki bakışını hatırlayın. Karısının, çocuğunun yalnızlığını, tek başlarına verdiği mücadeleyi düşünün. Sadece onların değil, Diyarbakır Cezaevi’nde yatanların yerine de koyun. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de yatanların, 28 Şubat’ta haksızlığa uğrayanların yerine de koyun. Bir devletin vatandaşlarına böylesine ağır muamele yapmaya hakkı var mı?
Bunu yapın çünkü sizin başınıza da gelebilir. Şu iddianamelere, içeri alınanlara sorulanlara bakın. Bunlarla ülkede herhangi bir insan rahatlıkla içeri alınıp aylarca tutulabilir.
Ergenekon davası, Türkiye’de hukuk sisteminin kuyusunu kazmaya başladı. Emin olun, gözü dönmüş intikamcı bir çevre dışında insanların çoğunun bu davaya bakışı değişti. Artık kimse bunun ciddiyetine inanmıyor.
Darbelerin gaddar beyleri
Söyler misiniz hangi ülkede böyle hukuk rezaletleri yaşanır? Hangi ülkede bir hâkim önüne geleni tutuklar, öteki serbest bırakır, öteki tekrar içeri alır?
Bir ülkede kamuoyunun yakından takip ettiği iki davadan birinde, daha insanlar gözaltına alınmadan, tutuklandı diye yayınlar yapılır, evde ne bulunduysa hemen suç unsuru gibi sunulur, o insan daha tutuklanmadan ağır bir suçlu gibi takdim edilir.
Buna karşılık, vatandaşı dini amaçlarla sömürüp başka bir ülkede ceza yiyerek kesinleşmiş insanların cezası dışarıda hükme bağlanmasına rağmen, kendi ülkesinde üstü örtülmeye çalışılır?
Henüz sanık bile olmamış insanlara suçlu; cezası kesinleşmiş insanlara ise masum muamelesi yapılan bir ülkede, adaletten söz edilebilir mi?
Türkiye, gaddar gladyatörlerin, sadist seyircilerin ve gözünü intikam ve iktidar bürümüş aydınların arenası haline geldi. Ergenekon, bu seyircilerin tezahüratı ile Kafka’nın “Dava”sına dönüşüyor.
Üstelik bunların bir bölümü, geçmişte kendileri haksızlıklara uğramış insanlar. Eğer geçmişte yaşanan haksızlıklar, şimdi kan davaları için hafifletici neden sayılacaksa, nerede evrensel adalet, nerede herkes için hukuk?
İlkokuldaki bir çocuk, kendini Bastille’de yatan bir mahkûmun yerine koymayı düşünüyorsa, yapılan bu hoyratlıklar karşısında susan, hatta onu onaylayan koskoca adamlar, kadınlar ilerde bu utançtan kurtulamayacaklardır. Bu millet onları da 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, Ziverbey’lerin, gaddar beyleri olarak hatırlayacaktır.
Çocuklar kadar olamadık
Bakın Mehmet Haberal 1 yıldır hastane odasında ceza çekiyor. Bir yıl, yani 365 gün. Siz kaç yaşındasınız bir bakın, onu bir yıla bölün. Yani hayatınızın her o kadar gününden biri. Bu mu adalet?
Türkiye’ye demokrasi böyle mi, bizim gibi düşünmeyen insanlara çektirilen ezalara, yapılan haksızlıklara sessiz kalarak mı geliyor?
Böyleyse, yuh olsun bizlere. Demek ki, çocuk kadar olamadık...
Ertuğrul Özkök / Hürriyet
***
Çiviler çıkmış
yalama olduk
Aklımızın almadığı şeyler oluyor. Anayasa’da değişiklik paketi veriliyor... Çekiliyor... Veriliyor... Çekiliyor...
Başbakan, ABD’ye gitmiyor... Gidiyor... Gitmiyor... Gidiyor...
Silivri’deki paşa: Tutuklanıyor... Salınıyor... Tutuklanıyor... Salınıyor...
Bu arada savcılar: Atanıyor... Alınıyor... Atanıyor... Alınıyor...
Dış politikada büyükelçiler geri çağırılıyor... Gönderiliyor...
Çağırılıyor...
Gönderiliyor....
Bence yalama olduk... Yalama olmanın uygulamada en çarpıcı belirtisi, artık düzen tutmaz durumdadır... Halk arasında buna “çivisi çıktı” da derler... Zihinlerinde “çağdaş toplum”, “modern devlet”, “evrensel hukuk” kavramları olmayan ortaçağ zihniyetinin koca Türkiye’yi yönetmesini isterseniz, bu gibi enteresan sorunlar çıkabilir... Bir gün bir de bakarsınız ki, artık düzen tutmuyor... Çiviler
çıkmış... Vidalar laçka... Her şey...
Her şey yalama...
Bekir Coşkun / Habertürk
***
Mahalle maçı
En yüksek makamdaki yargıca, Başbakan’ın layık gördüğü hitap tarzı: “Çıkar cüppeni, gel siyaset yap!”
Neredeyse, mahalle maçına çağıracak; üç korner, bir penaltı!(...) Neredeyse tribün amigoları gibi, olacağız, bu yargıç senden, bu savcı benden...
Yargıtay başkanlarından Mehmet Uygun’un teşhisi ortadadır: “Yargıçlar, cüzdan ile vicdan arasında sıkıştı.”
Ama “Neden?” diye sorarsanız, eğer vicdanınız varsa karşınıza “çirkin politikacı” çıkar.
Hasan Pulur / Milliyet
***
Bir savcının işi değil
Bir ülke ne kadar demokratik, hukuka ne kadar bağlı olursa olsun, bir savcı tek başına oturup da “Şu 70 subayı gönderin bana, mahkemeye sevk edeceğim, tutuklanmalarını isteyeceğim” demez, diyemez.
Eğer aynı anda 70 subayın tutuklanmasına yol açacak kadar güçlü bir iddia varsa, bu hükümeti de silahlı kuvvetleri de çok yakından ilgilendirir ve operasyon başlamadan önce mutlaka ortak bir mutabakat sağlanır. Oysa her nasılsa durdurulan son operasyonda bunun yapılmadığı çok ortada. Savcının bu cesareti nereden bulduğu şimdilik bir sır tabii. Ama tahmin etmek sır değil.
Can Ataklı / Vatan
***
Bilmek hakkımız
Orada her gün garip şeyler oluyor. O şeyler artık ne hukuk, ne adalet, ne mantık çizgisinde. Sanki kılıçlar çekiliyor. Örneğin, bir tutuklamanın hukuki gerekçesi varsa, ertesi gün o gerekçe nasıl ortadan kalkıyor? Ya da madem serbest kalmanın hukuki gerekçesi var, o zaman o tutuklama neden?
Bu olanlar “kol kırılır, yen içinde kalır” mantığını çoktan aşıyor. “Sırdır, söylenmez” çizgisi çoktan geride kalıyor. Hepimiz sıradan yurttaş olarak, olanların ne olduğunu, neden olduğunu, nereye sürüklendiğimizi bilmek hakkına sahibiz. Yalçın Doğan / Hürriyet
***
‘Birbirimize selam bile vermiyoruz’
En büyük adliyelerimizden birinde üst düzey görevli bir kişiden gelen not ilginçti. Özetliyorum:
“Ergenekon’la birlikte yargıda en kritik yerlere, özellikle özel yetkili savcılık ve mahkemelere hep kendi adamlarını getirdiler ve siyaset başladı.
Şimdi adliye binalarında neredeyse birbirimize selam bile vermiyoruz. İnanın fırsat bulsa, iki taraf da birbirini bir kaşık suda boğar. Hakimler ve savcılar olarak kamplara ayrıldık. Birbirimizi düşman gibi görüyoruz. Kin, sevgisizlik ve
dedikodu çok.
Yargı bölünmüş ve
siyasallaşmıştır.
Özellikle siyasi davalarda büyük baskı altındayız. Başsavcılarımız dahil çoğumuzun telefonları dinlenmedi mi? Pek çoğumuz ortam dinlemesine tabi tutuluyoruz. Yargı üzerinde oynanan oyun Türkiye’ye ihanettir. Ama daha da önemlisi sadece yargıyı değil, Türkiye’yi de böldüler. AKP eseriyle gurur duysun.”
Emin Çölaşan / Sözcü
***
Bir hukuk devletinde kin güdülerek adalet dağıtılmaz.
Tufan Türenç / Hürriyet
***
Bir kez bozulursa düzelmez
Sonunda yargı da ikiye bölündü... Bakanlardan Nihat Ergün, Yargıç Oktay Kuban’ı kastederek ne diyordu: - Çetenin nöbetçi hâkimi...
Sanıkları hastanede yatıran hekimler de çetenin üyesi oluyor. İktidar medyası da bu şartlanma içinde. Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin bakınız o dünyayı nasıl irdeliyor: “Kendinden geçmiş bir medya gücünün bu sürecin bir adım ötesinde ’Bütün sağlık raporlarını önce ben göreceğim!’ gibi bir taleple ortaya çıkarsa şaşırmayın! Allah korusun... Karşımıza getirilen bu tablo bize kimseye güvenmememizi, ’raporlar’ ve ’kararlar’a daima şüphe ile bakmamız gerektiğini telkin ediyor... Bu noktaya varmış toplumsal bir ruh hali ile iyi şeyler yapılabilmesi mümkün mü?”
Bazı şeyler vardır ki bir kez bozulursa bir daha düzelmez.. Örneğin kalp ritmi öyledir... Hukuk ve yargı da toplumun kalbidir.. Bozarsak düzeltemeyiz... Eğer amaç cumhuriyeti yok etmekse o başka! Melih Aşık / Milliyet
***
Yandaş medyanın
son günah keçisi
Cumhuriyet Başsavcısı Engin’in kararı, “yandaş medyada” tepkiyle karşılandı. Başsavcı’nın başına nelerin geleceğini birlikte izleyeceğiz. AKP medyasının günah keçisi yaratmak ve hırpalamakta üzerlerine yoktur!
Sanık ifadelerinin dosyaya girmeden önce gazetelerde yayımlandığı dönemde bu yapılmalıydı. O vakit hukuk ve kanun ayaklar altına alınmış olmazdı. Ama “Başsavcı’nın telefonları da o zaman emrindeki savcılar tarafından dinleniyordu, nasıl disiplin kurabilirdi ki” diye soracak olursanız, haklısınız derim. Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
***
MİNİ YORUM
Çamura batmış
Oray Eğin ile Barlaslar arasındaki “şey”, kalem savaşını, söz dalaşını çoktan geçti. Bir gazeteci diğerini “mesleki tutumu”ndan dolayı eleştiriyorsa diğeri de kendi sütunundan cevap hakkını kullanır. Tabii isterse, değer görürse... Sülalesiyle linç ittifakı kurmak, söz konusu eleştiriyle alakasız, kişisel, mahrem konular üzerinden kara propagandaya girişmek ne demek? Nasıl bir batağa sürüklediler medyayı böyle!