Vay kâfir, vay!
Türkiye dışından bir öğrencim var. Kendisini "Farisi" zannediyordu. Uzun uğraşlar sonucunda Türk olduğuna ikna ettim: "Baban Türk olduğuna göre, sen de Türksün Tina. Çünkü Türklerde neseb babadan yürür!".
Tina ile anlaşamadığımız başka meseleler de var. Şükürler olsun onları da bir bir hallediyoruz. Mesela "gâvur" kavramı. Ne var ki bu kavramı bir türlü kafasına oturtamadı.
Meseleyi "Türkiye'nin batısında kalan gayrimüslim topluluklar" tanımlamasıyla tatlıya bağladık. Muhtemelen "kâfir" tanımlamasını evirerek Türkçeleştirdiğimiz bir kavram "gâvur". Benim teorime göre, kâfir pek ürkütücü geldiği için olsa gerek "gâvur" diyerek meseleyi daha munis bir hale dönüştürmüşüz.
Cübbeli yüzünden bu hafta Tina'dan "Hocam hani gâvur Türkiye'nin batısında olurdu?" sorusu gelecektir. Ne cevap vereceğiz, emin değilim.
Cübbeli Hoca'nın kafamıza sardığı ilk dert değil bu. Kalkmış "Farabi ve İbn-i Sina kâfir" demiş. Bence çok önemli değil. Onların dini vaziyeti hakkında bir hüküm verildi ise zaten verilmiştir. Kalkıp "Vay! Cübbeli Farabi'ye kâfir demiş" diye saydırasım yok, tahmin ederim Farabi'nin de çok umurunda olmazdı bu hüküm.
Bence Cübbeli'nin şu cümlesini daha ziyade konuşmalıyız: "Akıl süzgecinden geçiriyor. İşi akla dayattığı için kafayı yemişler"
Bu mantığa göre "akla dayandığında" kafayı yemek mukadder. Bu cümle bana, henüz talebe iken elimde felsefe kitabı gören tanıdıkların "Bırak şu felsefeyi, kafayı yiyeceksin!" ikazlarını hatırlattı.
Anlaşılan o ki, o cenahta değişen bir şey yok...
Birilerinin birilerini "tekfir" etmesi bizim tekke-medrese kavgasının rutinlerindendir. "Tekfir" müessesesi iki yüz yıl önce iş görüyordu. Birilerini kâfir veya müşrik ilan edip ardından "hal" fetvası bulmak gibi alışkanlıklar vardı.
Şükürler olsun artık yok öyle şeyler.
Şimdilerde aklı küçümseyerek durumu idare ediyorlar. Olmazsa "Cehennem" tehdidi ile meseleye vaziyet ediliyor.
Bu arkadaşlara Kur'an'da "akletme" ile ilgili şu kadar ayet var, şu hadislerde "düşünme" teşvik ediliyor demenin faydası yok. Çünkü "akıl" ile işleri kalmamış. Kendilerinden önceki ulemayı da kendileri gibi zannediyorlar veya öyle göstermek istiyorlar.
Bu tür akla ziyan açıklamalar yapılıp bir de İmam-ı Gazali'yi örnek gösterdikleri zaman Gazali'nin El-Munkız'daki şu cümlesi gözlerimin önüne geliyor: "Kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir. Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam gerekir."
Gazali ne kadar da boş bir işle uğraşmış!.. Halbuki bizim ulema gibi doğrudan "küfür" ile suçlayıp işi bitirebilir, böylece boş yere kendini yormazdı.
Aklı bir tehdit olarak gören bu zihniyetin dayandığı Gazali felsefe ilmini tenkid ettiği meşhur eseri Tehafüt'ü yazmadan ne yaptığını şöyle ifade ediyor: ".. bir bilimde, o sahadaki en alim kimsenin seviyesine gelip de onu aşacak derecede, o ilme vakıf olmayan kimse, herhangi bir bozukluğa muttalî olamaz.".
Yani, Gazali felsefeyi eleştireceksen felsefe bileceksin demiş.
Aradan on asır geçtikten sonra Gazali'nin hükmünü beğenmeyip Gazali'nin ne kadar büyük bir alim-filozof olduğunu (ki Aqunio'lu Papaz Thomas da öyle sayardı) inkar ederek ne kelama (gerçi merhum mütekellimini de eleştirirdi) gol atmış sayılırız ne de İbn-i Sina'nın küfür dairesinin hangi katında olduğundan bahsederek felsefeyi mahkum etmiş oluruz.
Bence işin zevkine varmak gerek: Düşünmenin ve nihayet felsefenin dehlizlerinde dolaşmanın. İslam da, bilim de "onlar akleder" diyor. Okursun, aklına yatmazsa kabul etmezsin; bu zor bir şey olmasa gerek. Yok, eğer "Farabi beni dinden çıkartır!" diye korkuyorsan imanına göz at, fuzuli alnını secdede eskitme.
Gazali de İbn-i Sina da "akletme" emrini yerine getirmiş. Aklın gereksizliğine inanıyorsan zaten bu dehlizde işin yok.
Bin yıl önce İslam Medeniyeti dünyaya tıpta Avicenna'yı, felasifede Alpharabius, Averroes'u, teolojide Gazali'yi ve daha nicelerini hediye etmiş.
Aradan bin yıl geçti, var mı yerine sayabileceğimiz birileri?
Bırakalım Gazali'nin yobazlığını Farabi'nin kâfirliğini; bu soruya cevap bulalım...