Ülkücü Hareket ve meydanlar...
“Bu sonbahar komünizm gelecek” tehdidiyle binlerce can veren, binlerce ocağı sönen Ülkücü devlet hassasiyeti, Taksim’de asılan üç-beş pankartın tahrikiyle yine müesses nizam’ın yanına düştü. Müesses nizam’ın, yani devletin elden gideceği tehlikesiyle tehdit eden muktedirlerin yanına, yani yeni statüko’nun yanına. Taksim’de konuşlandırılan’ ve kurulan’ ve beslenen’ ve kurgulanan’ ve yol verilen’ bir kaç yüz maskelinin devleti yıkabileceği gibi bir kurguya teslim etti zihnini.
İdeolojiler müzesinde bile kendisine yer bulmakta zorluk çeken, en güçlü ve en câzip olduğu yıllarda bile Türkiye’de toplumsal hiçbir karşılık bulamamış, en son Çavuşesku’ya ümit bağlayacak kadar çaresiz kalmış Taksim’deki bir avuç militan müsveddesinin kırıp döktüğü üç beş dükkan sebebiyle müesses nizâmın yanında yer almak da sanırım ancak ülkücü devlet hassasiyetiyle(!) izah edilebilecek bir paradokstu.
Ülkücü hareketin ne kadar kırmızı çizgi’si varsa o çizgilerin üzerinde tepinen bir iktidârın karşısında, bizzat Başbakanın ifâdesiyle “muhalefet boşluğu” nu siyâsî bir karadelik’e çeviren Ülkücü Hareket, Habur kepâzeliğinden bu yana muhalefet alanlarını ustalıkla’ ıskalarken, toplumsal bir muhalefetin lideri olmaktan da âciz kaldı tabii olarak.
Başbakanın ve bakanlarının “şehitler üzerinden siyâset” yapmak ve “kandan beslenmek” suçlamalarının altında ezilerek, kendi kırmızı çizgilerini kendi atâletiyle silen, hassasiyetlerinin toplumdaki karşılıklarını kendi pasifliğiyle etkisizleştiren ve toplumdaki duyarsızlığın itiyâd hâline gelmesine sebep olan Ülkücü Hareket, Gezi Parkı’ üzerinden yükselen toplumsal muhalefet dalgasının üzerinde de sörf yapmayı tercih etti, günler sonra gecikmeli olarak ve etkisiz bir biçimde yandan destek açıklamaları ise samimi olmadığı gibi karşılık da bulmadı.
‘Gezi Parkı’ndan başlayarak on yıllık AKP iktidârına yönelen muhalefet dalgası, Taksim ve Taksim’deki komünist militancıklar devreye sokularak boğuldu.
Mottoya dönüştürülen “camide içki içtiler” yalanı, başörtülü bir kadına ve bebeğine yapıldığı söylenen ve bugün itibariyle de halen şüpheli bir bilgi kirliliğinden ibâret kalan provokasyon ile sokaklara dökülen muhalefeti yasadışı sol örgütlerin peşine eklemleyen, dış mihrakların oyununa gelmiş, faiz lobisinin yığınları olarak ambalajlayan hükümetinin vagonu oldu yine muhalefet.
Taksim’den değil, Gezi Parkı’ndan yükselen muhalefetin içinde değil ama kendi diliyle, kendi kavramları ve kendi argümanlarıyla ve kendi üslûbuyla yanında olması gereken Ülkücü Hareket, maalesef yine bir muhalefet alanını ustalıkla’ ıskaladı.
Habur’dan başlayan ve şeytanın 63 elçisi’nin raporlarıyla doruk noktasına ulaşan ihânet sürecini adım adım meydanlara taşıyarak, devletin başına açılan en büyük tehlike ve belâyı toplumsal muhalefete dönüştürmek, iktidarın tek başına oynadığı oyuna, İmralı’daki bebek katilinin elinden akan kana rağmen devlet katında bir barış elçisi muamelesi görmesine “dur” demek, her karış toprağını bedeli şehit kanlarıyla ödenmiş Türkiye’nin geleceğinin ancak ve ancak, hayatını Türkiye’ye ve Türk’e düşmanlıkla yaşamış âkiller’ güruhunun raporlarına değil, Türk milletinin kararlarına bağlı olduğunu hükümete ihtar etmek, meydanları üç-beş sokak göstericisine bırakmamak ve meydanlarda Ülkücü Hareket’in millî reflekslerinin, millî hassasiyetlerinin, millî endişelerinin sesini yükseltmek ve bu sesin içinde açılım’ adı altındaki ihâneti boğmak; Kerkük’e, Doğu Türkistan’a ve Türk dünyasına kör ve sağır olanlara Türk’ün sesini yükseltmek; işte aksiyoner Türk milliyetçiliğinin üstlenmesi gereken asıl misyondur.
Meydanlar her şeye rağmen siyasetin vazgeçilmez nabzıdır.
Aksiyoner Türk milliyetçiliği, meydanları kime bırakırsa, meydanlardan onun sesi yükselir.
Ülkücü Hareket meydanları boş bırakırsa, o meydanları, Melih Gökçek’in naylon bozkurtları doldurur.
Ülkücü Hareket’in doldurduğu ve Ülkücü Hareket’in sesinin yükseldiği meydanlarda çakal sesi duyulmaz.
Muhalefeti bu denli ıskalayıp, Taksim’deki hükümet medyasının servis ettiği fotoğraf karelerine takılıp, polisin şiddetini ve hükümetin manipülasyonlarını görmezden gelerek, üstelik iktidâr tarafına düşmek aksiyoner Türk milliyetçiliğinin ve Ülkücü Hareket’in kimliği olamaz.
“Daha son sözümüzü söylemedik...” sözü, olan bitene bu denli kaygısız ve hareketsiz kalmayı meşrûlaştıracak, haklı kılacak, güven verecek, yüreklere su serpecek bir teminat olmaktan çok uzaktır.