Tutuklular, yasalar ve yargıçlar
Medeni Kanunun birinci maddesi “Kanun lâfzıyla ve ruhuyla mer’idir...” der. Yani yasanın yalnız sözünün değil ruhunun da yürürlükte olduğunu söyler. Bu madde verilen kararların yalnız yasanın sözüne değil ruhuna da uygun olması gerektiğini ifade ediyor. Medeni Kanunun aynı maddesi hakkında hüküm bulunmayan hususlarda da hâkimin kanun koyucu gibi hareket etmesi gerektiğini de söyler.
Bir ülkede belirli bir zamanda yürürlükte bulunan hukuk kaideleri müspet ya da pozitif hukuku oluşturur. Pozitif hukuk aslında olan ya da uygulanan hukuk olarak ifade edilebilir. Olan hukuka karşı bir de “olması lâzım gelen” hukuktan söz edilir ki ona da doğal hukuk denir. Doğal hukuk, yürürlükteki hukuk kaidelerinin dışında mevcut olan ve insanların akıl yoluyla ulaşabilecekleri hukuk kaidelerinin tamamıdır. Pozitif hukukun yani olan hukukun kalitesi, olması lazım gelen hukuka uygunluğuyla ölçülür.
Yasalara uygun bulunarak verilen bir kararın hukuka ve kamu vicdanına da uygun olması gereklidir. Bunun yolu da “olan hukukun, olması lazım gelen hukuka” uygunluğundan geçer. Yasaların dar anlamlarıyla, ruhunu ihmal ederek düz mantıklı yorumlayarak verilen kararlar hukukun hedef aldığı amacı gerçekleştirmeye yeterli değildir.
Yasalar uygulanırken “Bekçi Murtaza” tipi bir mevzuat fetişizmi vicdanları kanatır. Mevzuat böyle emrediyor ya da teamül böyle türünden yaklaşımlar gerektiğinde “vaz’ı kanun” olması istenilen hakimin yapacağı bir şey olmamalıdır. “İyi yasalar kötü yasalar yoktur, iyi uygulayıcılar kötü uygulayıcılar vardır” diyenlerin vurgulamaya çalıştıkları şey de budur.
Verilen bir hükmün yasalara uygun olması yeterli değildir. Hukuka da uygun olması gerekir. Hitler’in, Stalin’in ya da Saddam’ın mahkemeleri de verdiği kararlarla Hitler’in, Stalin ve Saddam’ın koymuş olduğu yasalara uygun hareket etmişlerdir. Yakın zamanda Türkiye’de kurulmuş olan Yassıada Mahkemeleri de yürürlükteki yasalara uygun bir biçimde Türkiye’nin seçilmiş hükümetini yargılamış ve asmışlardır.
Asıl olan verilen bir kararın yasayla birlikte hukuka da uygun olmasıdır.
Üç yıldır tutuklu yargılanan ve milletvekili seçilmeleriyle birlikte tahliye talebinde bulunan sanıkların isteklerinin geri çevrilmesine yönelik gerekçeler inandırıcılıktan oldukça yoksundur.
Bu gerekçelerden bazıları şunlar: “Deliller toplanamadı”, “Henüz bütün sanıkların ifadesi alınamadı”, “milletvekili seçilmesiyle kaçma şüphesinin kalmadığı savı, subjektif değerlendirmedir”.
İnsanlar üç yıldır toplanamayan deliller ya da yakalanamayan sanıklar yüzünden içeride tutuluyorlar. “Milletvekili seçilmesiyle kaçma şüphesinin kalmadığı savı, subjektif değerlendirme” ymiş. Aynı mantıkla milletvekili seçilmeleri ve dışarıya çıkmalarıyla birlikte sanıkların kaçacakları savı -yani mahkemenin gerekçesi- çok daha subjektif değil midir?
Tutukluluğun cezaya dönüşmemesi evrensel hukuk kuralıdır. Bu konuda AİHM’nin kararları da orta yerde durmaktadır. Cumhurbaşkanı Gül, geçen yıl tutukluluk sürecine yönelik eleştirilerde bulunarak tutukluluğun cezaya dönüşmemesi gerektiğini söylemişti. Bülent Arınç da buna benzer bir açıklama yapmıştı.
Ortada insanları rahatsız eden, vicdanları kanatan bir durum vardır. Bu görmezlikten gelinemez. Ayrıca haksızlığa uğramamaya karşı hiç kimse sigortalı değildir. Hiç kimse de adaleti kendi yorumundan yola çıkarak gerçekleştirmeye kalkmamalıdır. Ayrıca unutmamak gerekir ki insanlar yasa için değil, yasalar insan içindir.