Türklerin Müslüman oluşu…
Türkler 8. yüzyılda Müslüman olmaya başladılar. Bu din değiştirme, Emevilerin Horasan Valisi cani Kuteybe'nin saldığı korku ve dehşet ikliminin etkisiyle elbette gerçekleşmedi. Kuteybe domuzu kelle keserek -günümüzün IŞİD'i gibi- yıllarca Türk kanı döktü. Yine de Türkler Araplara hiç boyun eğmedi. Zor kullanmak, aksine çoğu zaman geri tepti. Söz gelimi, Arap tarihçi Ebu Cafer Muhammet bin Cerir'in bilinen adıyla Taberi Tarihi'nde aktardığına göre, Müslüman Arap orduları Orta Asya'da bir Türk kentini ele geçirdiklerinde, halk Müslüman oluyor; ama Arap orduları çekilince Türkler yine eski dinlerine -Gök Tengri inancına veya Manihizm- dönüyorlardı. Türkler Müslümanlığın varlığını 8. yüzyılda değil, özellikle Halife Ömer zamanından beri biliyorlardı. Ömer'in İran'a yönelik Kadisiyye saldırıları sırasında Türk kentlerine sığınan İranlılardan bu dini tanımışlardı. Çoğunlukla 8. yüzyılda Müslüman olmaları ise, Arap ordularının Çin'e yönelik saldırıları sırasında yol üzerinde bulunmaları, Araplarla iç içe yaşamak durumunda kalmaları çok etkili oldu.
Türkler Müslümanlığı Alevilik yorumuyla kabul ettiler. İran, Horasan üzerinden gelen kervanlarla Türk kentlerini dolaşanlar, Hazreti Ali'nin uğradığı haksızlıkları anlatıyor; oğulları Hasan ve Hüseyin'in feci biçimde katledilmelerinin öykülerini çevreye yayıyorlardı. Bu öyküler, dinleyenlerin gönül tellerini titretiyor; vicdanları sızlatıyordu. İşte bu nedenledir ki, ilk Türk Müslümanlarında Ehli Beyt sevgisi çok yoğundu. Bu yoğunluğu anonim Türk halk edebiyatında özellikle görmek mümkündür; sözgelimi Dede Korkut öykülerinde olduğu gibi…
Burada, konuyla ilgili Dede Korkut öykülerinden kısaca söz etmemiz gerekiyor:
Dede Korkut öyküleri, 11. yüzyılın ilk yıllarında Müslüman Türklerin, henüz siyasi anlamda tam olarak egemen olamadıkları Doğu Anadolu ve Azerbaycan yöresindeki uğraşlarını destansı biçimde anlatır. Bu öyküler 15 ve 16. yüzyıllarda kimliği bilinmeyin birisince yazıya geçirilmiş; orijinal nüshaları ise Vatikan ve Dresten'dedir.
Dede Korkut öykülerinde üslup gerçekten çok görkemlidir. Şiir dili tüm öykülere egemendir. Edebiyat tarihçisi rahmetli Fuat Köprülü'nün "Türk Halk Edebiyatının tümünü terazinin bir kefesine, Dede Korkut'u da diğer kefesine koysak, Dede Korkut ağır basar" diyerek bu öykülerin görkemini anlatır.
Dede Korkut, obaları dolaşan, çocuklara ad koyan, olayları anlatan bir ozandır. O, Orta Asya bozkırlarındaki kam, baksı, ozan geleneğinin Anadolu'daki belirgin izidir. (Daha sonra Anadolu'daki bu izden 'âşıklar' yürüyecektir)
Sözümüzün başında ilk Müslümanlarda Hazreti Ali ve ailesine duyulan sevginin çok yoğun olduğunu belirtmiştik. İşte bu ilgiyi bu sevgiyi bize ilk kez Dede Korkut anlatmaktadır. Şu gerçeği de burada -milletim adına- ilk kez açıkça belirtmek, yerinde olacaktır: Türklüğün en büyük destan-öykülerinden olan Dede Korkut'ta, hiç kimse, günümüzdeki katı dinsel inanış biçiminden değil bir bölüm, bir küçük esinti bile bulamaz! Dede Korkut öyküleri, Türk gönüllerin Tanrı'yı arı-duru inanışıyla kavramasının apaçık bir belgesidir.
Dede Korkut öykülerinden birisi de "Salur Kazan'ın Evinin Yağmalandığı" adını taşır. Öykünün konumuzu ilgilendiren bölümü şöyledir:
Salur Kazan'ın oğlu Uruz, düşmanları olan Şökli Melik'e tutsak olur. Şökli Melik Uruz'u ağaca asmak ister. Bu arada Uruz, 'izin verin ağaç ile söyleşeyim' der ve ağaca şöyle seslenir:
"Ağaç, ağaç dersem sana arlanma ağaç/Mekke ve Medine'nin kapısı ağaç/Musa keilmin asası ağaç(…) Erlerin şahı Ali'nin Düldülünün eğeri ağaç / Zülfikârın kını ile kabzası ağaç (…) Büyük büyük suların köprüsü ağaç / Kara kara denizlerin gemisi ağaç / Beni sana asarlar taşıma ağaç!"
Müslüman Türklerin Anadolu'ya ayak bastıkları çağda belleklerine kazılı olan Hazreti Ali sevgisi, bir idam anında bile bilinç altından fırlayıp dile getirilebiliyor. Bu durum, pek çok araştırmacının dediği gibi, ilk Müslüman Türklerin tümü, Müslümanlığı Alevi yorumuyla kabul etmişlerdir, yargısını destekliyor.
Esen kalın efendim.