Türkiye'ye yönelik stratejik öngörüler!
Her şeyin sürekli kurulduğu ve bir o kadar hızla da öldüğü bir çağda ulusların bu hıza uyum sağlayamamaların sonuçlarını düşünmek bile korkutucudur. Özellikle Türkiye’nin, Osmanlı’nın dağılması deneyimini yaşadıktan sonra çağı ve gelişmeleri arkadan izlemek ya da bir gafleti yeniden tecrübe etmek gibi bir hakkı yoktur. Görünen o ki, Türkiye’de ülkenin ve milletin kaderini belirleme mevkiinde olan yönetim eliti bu durumun çok da farkında değil. Hâlbuki arz üzerinde hegemonya peşinde koşan küresel güçlerin stratejik repertuarında Türkiye’ye yönelik değerlendirmelerin ne kadar geniş bir yer tuttuğu da bilinmektedir. Üzüntüyle belirtmek zorundayız ki, Türkiye üzerine yabancılar, Türkiyeli strateji yapıcılardan daha çok ve daha derinlemesine çalışmalar yapmaktadırlar. Türkiye’nin kendisine özgü, kendi çıkarlarını esas alan ve kendisini merkeze koyan ciddi hiçbir stratejik hazırlığının olmaması, üzerinde durulması gereken bir handikaptır.
Diğer yandan Türkiye siyasetini yönlendiren bazı endeksli ya da konjonktürel stratejiler, Türkiye gibi bir ülkenin üzerinde durmaması gereken geçici fenomenlerdir. Türkiye’yi, Türk kültürünü ve bütünüyle Türk Dünyasını AB ya da ABD’nin geçici hedeflerinin aracı olarak ela alarak stratejik bir irdelemeye konu etmek de ayrı bir basiretsizlik örneğidir. AB’nin stratejik bir güç haline gelmesinde Türkiye’nin önemini ya da ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi hedefi için Türkiye’nin yapması gerekenleri düşünmek ya da tartışmak bile Türk milletine hakarettir.
Uluslar arası ilişkiler bağlamında Türkiye’yi jeopolitik, jeostratejik, jeoekonomik ve jeokültürel yönden vazgeçilmez bir ülke olarak görmek de başlı başına bir dogmadır.
1990’lı yıllardan sonra Türkiye’nin stratejik önemi ve geleceği konusunda görüş ortaya koyanların çoğu yabancıdır. Bu bağlamda Brzezinski, Huntington, Dugin, Fuller vb. düşünce adamları ön plana çıkmıştır. Yabancı strateji ve değerlendirmelerde Türkiye için yabancıların biçtiği roller, doğal olarak kendi ülkelerinin çıkarlarını önceleyecek türden roller olmuştur. Bunlara kısaca değinmekte yarar vardır.
Türkiye’nin
stratejik önemi
Brzezinski, Türkiye’nin jeopolitik mihverliğinin daha çok coğrafyayla ilgili olduğunu, Türkiye’nin jeopolitik mihverliğinin NATO’yla ilgili sorumluluklarını üstlenmesi, Batı’ya yönelik tehditlere karşı kalkan olması halinde mümkün olacağını ifade etmektedir. Aksi takdirde örneğin; Türkiye’nin kendi hayati çıkarları doğrultusunda hareket etmesi halinde mihverlik konumunun değişeceğini söylemektedir. Açıkçası Brzezinski, Türkiye’nin mihverliğinin ABD ya da Batı ile kayıtsız şartsız işbirliğinden geçtiğini söylemektedir. Huntingtonda aynı olguyu farklı cümlelerle ifade eder: “İç savaş durumunda olan, etnik ve dini nefretle çalkalanan veya sınır ötesi müdahale hırsını barındıran bir Türkiye ise Amerika’nın menfaatlerini zedeleyeceği gibi NATO yanlısı statejistlerden İsrail’in dostlarına kadar herkesi endişelendirir”. Açıkçası Huntington, Türkiye’nin ABD/AB/İsrail tarafından kendisi için öngörülen rolü oynaması gerektiğinden söz eder ve kendi gerek ve gerçeklerinden doğan “sınır ötesi müdahale” ya da diğer çıkarları için harekete geçmesi halinde Amerikan ve Batı çıkarlarının zedeleneceğini söyler.
Huntington, Türkiye’yi “Konfücyüsyen/İslam” ekseni içinde “Doğu” medeniyetinin unsuru olarak değerlendirir, Dugin ise Huntington’un Doğu dediğini Avrasyacılık olarak nitelendirmektedir. İki yaklaşımın da özde birbirinden farkı yoktur. Aleksandr Dugin İstanbul’daki NATO zirvesi sırasında sokaklarda meydana gelen olayları, “Avrasyacılığın giderek Türk politikasının temel bir bileşeni olmaya başladığının kanıtı olarak” görür. Bunun da ona göre, Rusya’nın, BDT ülkelerinin, Avrupa’nın ve İslam dünyasının bugünden itibaren Türkiye’ye yeni bir gözle bakması gerektiği anlamına gelmesi gerektiğini söyler. Dugin’e göre Türkiye, bugünden itibaren yepyeni bir şeydir! Türkiye Atlantikçiliğe karşı durarak Avrasyacı bir konuma gelmesi durumunda jeopolitik yönden bölgesel bir güç merkezi haline gelecektir! Aksi takdirde Türkiye “bölünecek”, etkisizleştirilecek, önü kesilecek, Anadolu’ya hapsedilecek ve etnik terörle uğraşmak zorunda kalacaktır.
Dugin, Avrasyacı bir Türkiye’nin bölgede uygulayacağı yeni stratejiyi 4 eksen ve 4 doğrultu olarak ifade eder. Bunlar: “Ankara-Moskova, Ankara-Tahran, Ankara-Brüksel, Ankara-Riyad. Bu durumda Ankara, iki büyük jeopolitik bütünleşme projesinde beşinci (ve merkez!) eleman olacaktır. Türkiye, Atlantikçiliğin cephe kalesi değil, bölgesel güç merkezleri sisteminde kendi çıkarlarını koruyan bağımsız bir oyuncu olacaksa, bu ülke, güçlü Avrasya Stratejik İttifakının kurulmasında çok büyük, belki de başlıca rolü oynayabilecektir. Türkiye, tabii ki, önceden kendi ulusal çıkarları konusunda koşulları ortaya koyarak, Moskova ve Tahran ile birlikte, tüm haklara sahip bir taraf olarak Avrasya bütünleşmesine katılır. Türkiye ile Rusya arasında ilişkiler sürekli olarak iyileşir”.
Brzezinski ile Dugin’in Türkiye’ye yönelik yaklaşımları arasında özde bir fark yoktur. Her ikisi de Türkiye’nin jeopolitik anlamda bir “nesne” ya da “kadavra” olarak Atlantikçi ya da Avrasyacı gerekleri uysal bir biçimde yerine getirmesi halinde “jeopolitik mihver” ya da “bölgesel güç merkezi” olacağından söz etmektedirler. Atlantikçi ya da Avrasyacılığın kurallarına göre Türkiye’nin oynayacağı oyunu, oyunu koyanların kurallarına göre oynaması istenirken, oyunun kurallarını bizzat Türkiye’nin koymaya kalkmasının tehlikeleri de aba altından sopa gösterilerek ortaya konulmaktadırlar. Ancak böylece Türkiye’nin bir güç haline gelebileceği ifade ediliyor.
Türkiye’nin
özgünlüğü
Türklerin Avrupa hedefli ve Önasya merkezli olarak kurduğu son iki büyük devlet olan Selçuklu ve Osmanlı devletleri kendi ölçeğinde evrensel bir iddia ve tez sahibiydiler. Fuller’in de ifade ettiği gibi, Türklere nazaran bölgenin diğer tarihi halkları uzun süre egemenliklerini yitirmiş olmaları yüzünden kendilerini daha çok “kurban edilmişlik” duygusuna kaptırmışlardır. “Türkiye’nin bölgede uzun bir egemenlik tarihi vardır: Türkler dünya tarihi sahnesine ilk çıkışlarından beri fetihçi ve birçok bölgede imparatorluk kuran bir ulustur. Diğer yandan son bin yılda Farslar ve Araplar genellikle Türkler veya Batılı emperyalist ülkelerin egemenliği altında yöneten değil yönetilenler olmuşlardır”
Türkiye ile ilgili olarak yabancılar tarafından yapılan stratejik değerlendirme ve analizlerde isabetli bir çok hususa değinilmiş olsa da çoğu kez yabancı stratejistler Türkiye’yi olduğu gibi değil, düşündükleri ya da tasarladıkları gibi değerlendirmektedirler. Asıl olan, birilerinin Türkiye’ye “küreselleşen” daha doğrusu büyük güçler tarafından “istimlâk” edilen bir dünyada nasıl bir yer öngördüğü değil, Türkiye’nin kendisine nasıl bir gelecek aradığı ile ilgilidir. Kuşkusuz Türkiye’nin kendisi için uygun gördüğü tek strateji “AB’ye ya gireceğiz ya gireceğiz başka yolu yok” türünden tek boyutlu ve tek yönlü bir strateji değildir. Türkiye, kaderini bir süre sonra şu veya bu sebep yüzünden dağılması mümkün olan bir birliğe bağlayamaz. Türkiye, özgün tarihinin, ilginç coğrafyasının ve muhteşem kültürünün kendisine yüklediği sorumluluktan kaçınamaz. Bir kültür, akılsızca bütün geleceğini bir seçenek üzerine bina edemez. Ölmeye mukadder müttefiklere kader bağlamak aklıselim eseri bir tutum değildir. Aslında Türkiye’nin konumu tek boyutluluğu imkânsız kılmaktadır. Çünkü Türkiye; Batıdır, Doğudur; aynı zamanda kuzeydir, güneydir; Türk Dünyasının en önemli ülkesidir; Osmanlı Devletinin mirasçısıdır, NATO’nun da İslam Konferansının da üyesidir, AB’ye umutsuzca da olsa tam üyelik için başvuran bir ülkedir; Avrupa’nın hem içinde hem dışındadır. Asya’dadır, Rusya’dadır; kültürler ve coğrafyalar arası hem engeldir hem de köprüdür, resmen Atlantikçi fiilen de Avrasyacıdır. Ancak Türkiye, aynı zamanda ne odur ne de budur, başlı başına kendisidir ve kendisi olmaya da mahkûmdur.
Sonuç olarak
Bu kadar özgün, bu denli farklı olan bir ülkenin stratejisinin de kendisine özgü olma mecburiyeti vardır. Hatta bu tür bir ülkenin açık stratejisi ile mahremiyet içeren stratejisi arasında da büyük fark olması gerekir. Herkesin bilmesi gereken strateji farklı, bazı kurum ve kuruluşların bilmesi gerekenin ise daha farklı olmalıdır.
Türkiye stratejik hedefleri, önceliklerini ve çıkarların kendi düşünce merkezleri ve düşünce adamları tarafından tayin edilmelidir. Son zamanlarda birbiri peşi sıra açılan Stratejik Araştırma Merkezleri ve Düşünce Kuruluşları, bu alandaki büyük boşluğu doldurmaya katkı sağlayacaktır.