Türkiye sineması Hollywood’la yarış halinde!
Yazan yazana...
Öven övene...
Alkışlayan alkışlayana...
Fısıltı gazetesinde tam sayfa ilanı:
“İzle mutlaka!”
Medya desteği o biçim, reyting obezi dizilerde bile illa sıkıştırıyorlar araya; hani Fatmagül’ün kolyesine, entarisine yok sattıran kafa, izlediği filmi de kapalı gişe oynatır mutlaka!
Utanmasalar Topkapı Sarayı’na “home sineme” kurup “Kanuni ile Hürrem de izledi, pek beğendi” diyecekler...
“Dedemin İnsanları” ndan bahsediyorum;..
“Babam ve Oğlum”un bir darbe öncesinin hikayesi!
Çağan Irmak markası mı bu desteğinin sebebi, yoksa filmin içine özenle gizlenmiş “Türkçülük” alerjisi mi!
Filmden mesela;
Henüz ilkokul çağındaki Ozan’ın “Türklüğünü ispat” için başına tüyler takıp, yüzüne savaş boyaları sürerek arkadaşlarıyla birlikte “gavur mahallesi”ne saldırdığı sahne çıkarılsa böyle coşkuyla reklam edilir miydi, “entel köy” de!
Neredeyse primitif “6-7 Eylül olayları” çıkartıyor filmde çocuklar. Cam, kapı, insan ne görüyorlarsa taşlıyorlar. O anda bir detay; taşlanan evlerden birinde üç dört yaşlarında bir kız çocuğu; tir tir titriyor korkudan! Bu bile yumuşatmıyor ondan sadece birkaç yaş büyük saldırganların yüreğini!
Önümde oturan genç kız yapıştırıveriyor etiketi:
“Doğuştan faşist
bunlar!”
Bravo!
İşte filmin amacına ulaştığının belgesi...
Milliyetçilik tehlikelidir, yaklaşma ısırır maazallah!
***
Arkadaşımla, iki mübadil ailenin torunları olarak izledik filmi...
Yaptığı her fenalığı “Türklüğüyle” mazeretlendiren Ozan bize öyle uzak bir ruh halinin simgesiydi ki;
Evden kaçıyor; çünkü Türk korkmaz!
İnsanlara acı çektiriyor; çünkü Türk boyun eğmez!
Psikopata bağlıyor; çünkü Türk cesurdur!
Hatta bir ara “dedesine kurmaya başlıyor” kendisini... Sırf Girit’i, doğduğu, büyüdüğü evi özlüyor diye “gavursun” diye haykırıyor yüzüne nefretle. Adamcağız torunu “gavur olmadığını” anlasın diye çilingir sofrasından kalkıp İstiklal Marşı’nı söylemeye başlıyor gecenin bir yarısı!
Ozan’ın hayatı ancak bu “kompleks”ten kurtulduğu gün normalleşiyor. Girit’e gidip Türkler gibi onu “gavur” saymayan, kucak açan Rumlarla kucaklaştığı gün “iyi çocuğa” dönüşüyor!
Bu filmi izledikten sonra anladım ki; “Türk” diyemeyeceğim ama Türkiye sineması Hollywood’la yarış halinde. Şimdiden epey yol almış bile kamerasını psikolojik silaha dönüştürmekte!
Hedef sadece “gişe”
olsaydı;
Mübadil ailelere mensup insanları, üçüncü nesli, bizleri anneanneleriyle, dedeleri, yengeleri, “komşanne”leri ile buluşturması bile yeterdi... Oyunculuklar iyiydi; film vizyona girdiğinden beri Çetin Tekindor ve Ezgi Mola konuşuluyor ama, “bakın nasıl da yetenekliyim” diye gözümüze batırmadan, tam bir “göçmen gelini”ne dönüşmüş haldeki Gökçe Bahadır şahaneydi!
İzleyici onlar için de filme gelirdi...
Belli ki hedeflenen “gişe” den ötesi... Yıllardır “ağa dizileri” yle, “töre filmleri” yle ülkenin “doğu” sunun tarihini yeniden yazan, kültürünü yeniden yapılandıranlar, belli ki bu kez “sahiller”e dikmişler gözlerini. Cumhuriyete yürekten bağlı insanlara, Cumhuriyetin onlara sandıkları kadar düşkün olmadığı fitnesini aşılayacaklar....
Orhan Veli “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” diyor ya...
O hesap;
“Mesaj kaygısı” uğruna, yazık olmuş güzelim filme...
Hasan Pulur Şemsi Sılkım’ı yazdı: Şeyhülmuhabirin
Doğrusu biz “şeyhülmuhabirin” lakabını duymamıştık, meğer bu lakabı, Şemsi Sılkım’a Süleyman Demirel takmış, hem de Cumhurbaşkanı’yken...
Demirel, Çankaya Köşkü’ndeki bir davete katılan Şemsi Sılkım’a iltifat ettikten sonra şöyle demiş:
“50 yılı aşkın süre yazı yazan Burhan Felek, şeyhülmuharririn olduğuna göre, 53 yıllık muhabir olarak siz de şeyhülmuhabirsiniz.”
Sonra özel kalem müdürüne dönmüş:
“TRT ve Anadolu Ajansı’na da haber verin, Şemsi beyi şeyhülmuhabirin ilan ettim!”
Bunca yılın anıları olmaz mı, Şemsi Sılkım’ın “Babıâli” anıları çok renkli, kimini bizzat yaşamış kimini de duymuş. (*)
Mesela Ali İhsan Göğüş’ün Başbakan Menderes’le olan tartışması...
***
Başbakan Menderes gazete sahipleri ve yazı işleri müdürlerine Park Otel’de bir öğle yemeği verir, o günlerde kâğıt sıkıntısı vardır, masanın en genç yazı işleri müdürü “Dünya” nın yazı işleri müdürü Ali İhsan Göğüş, kendisiyle tartıştıktan sonra kâğıt dağıtımındaki eşitsizliği anlatır, muhalif gazeteler, gazete basacak kâğıt bulamazken, Demokratik Parti’nin gazetesi “Zafer” adeta kâğıda boğulmuştur.
Menderes çok kızar:
“Bunu bana sen değil patronun bile soramaz, haddini aşarak konuşuyorsun!”
Patronu Falih Rıfkı Atay, nerdeyse böyle bir soruyu sorduğu için Ali İhsan Göğüş’ü azarlayacaktır, herkes duysun diye “bu soruyu soracağına bana söyleseydin!” der.
Yemek biter, Menderes kibar adamdır, genç gazetecinin gönlünü almak için elini sıkar, yemeğe davet eder.
Ali İhsan Göğüş, sert bir ifadeyle “işim çok gelemem!” deyip çıkıp giderken, Falih Rıfkı Atay’a bağırır:
“Gazetenizdeki görevimden istifa ettim.”
Evet, o günlerde böyle gazeteciler de vardır.
Onlardan biri daha...
***
Kemal Sülker, “Gece Postası” gazetesinin hem istihbarat şefi, hem de işçi muhabiridir, ileride DİSK Genel Sekreteri olacaktır.
“Gece Postası” nın sahibi Ethem İzzet Benice vefat eder, gazetenin yönetimi bir süre müessese müdüründe kalır, sonunda gazete kapanır, Kemal Sülker tazminat konusunda müessese müdürüyle anlaşamaz, çünkü hakkının yendiğine inanmaktadır, doğrusu da budur. Müdür ölür, cenaze Şişli Camii’nden kaldırılacaktır.
***
Hoca duasını yapar ve cemaatten helallik ister:
“Merhuma haklarınızı helal ediyor musunuz?”
Usuldendir, böyle sorulur ve cemaat hep bir ağızdan “Helal olsun!” der.
Hocanın“Helal ediyor musunuz?” sorusuna arka taraftan gür bir ses cevap verir:
“Helal etmiyorum!”
Bağıran Kemal Sülker’dir, tazminatını kesene hakkını helal etmemektedir.
İmam Yahya Eskişehirli “Mevtanın ruhu rahatsız olmasın, anlaşın!” der.
Varisler, ayaküstü Kemal Sülker’e alacağını çekle öderler, cenaze kalkar.
***
Doğrusu biz bu olayı duymamıştık bile...
Eeeee “Şeyhülmuhabirin” bu...
(*) Togan Yayınları.
Hasan Pulur / Milliyet
İstiklal savaşı filan yok, hepsi dümen!
Punta’da bayram vardı.
Yunan ordusu Pasaport’tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos etekleri zil çala çala koşmuş, haçıyla takdis edip, “evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız” diyerek yere kapanmış ve ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.
***
Aniden... Uzun boylu, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, elinde revolver. Bastı tetiğe, trak trak trak! Efsun alayının sancaktarı karpuz gibi düştü atının sırtından. Panik... Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına... Hasan Tahsin’di o çılgın Türk. Henüz 30’unda.
***
Hükümetimiz “bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin” diyordu hâlâ... Teori’yle pratik’in kesiştiği insan ise, vakit tamam demişti, Anadolu’ya geçiyoruz. Böyle başladı macera.
***
Ateşten gömleği giymişti ulus, aktı gitti, aylar yıllar, canlar... Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde, yer gök yarılıyor, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, “Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.”
Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu aslında... Çıktı bi kayanın üstüne Mustafa Kemal, haykırdı karanlığa, “Eyy Hacıanesti nerdesin, gel de kurtar ordularını!”
***
Kudurmuştu Ali Kemal... Büyük gazeteci! Kin kusuyordu köşesinden, “bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir...”
O “mahluk” lardan biriydi İzmirli süvari teğmen Yıldırım... 18 yaşında. Vurulmuştu. 40 derece ateşli olmasına rağmen hastaneden kaçmış, cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu’nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü. Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne... Gözleri Fatma’ya takıldı, 15’inde... “Taze incir gibi” dediler, sırıtarak... Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti. Alev alev. Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.
***
“Bastır parayı, askerlikten yırt” yoktu o zamanlar... Allah kısmet ederse, romanını yazmak istediğim, Albay “deli” Halit, belinin sağında “namuslu” dediği tabancasını, belinin solunda “namussuz” dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye “namuslu” yla sıkıyor, işgalciden korkup geri kaçana “namussuz” u gösteriyordu, “tercih senin yiğidim, istersen buyur kaçmayı dene!”
***
Ve, 9 Eylül. Hava mis. İzmir’in dağlarında çiçekler açıyordu. Bornova’dan boşaldılar aşağıya doğru, dörtnala. Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek “bedel” vardı daha... İkinci Tümen Dördüncü Alay’dan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, düştüler oracıkta. Bugün, anıtları var orada. “Vatan ve namus” yazıyor altında.
***
İzmir’e ilk giren süvari olma “şeref” i, İzmirli soyadını alan, Yüzbaşı Şeref’e nasip oldu. Bismillah ilk iş, koştu Şeref, Hasan Tahsin’in düştüğü yere, Hükümet Konağı’nın alnı kabağına dikti al sancağı... Asteğmen Besim, Kadifekale’ye varmıştı bile.
***
Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve’deydi, Mustafa Kemal, seyrediyordu.
***
İşgal edildiği gün, bir ulusun Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, işgali bittiği gün, o ulusun Kurtuluş Savaşı’nı bitiren, dünyada bu özelliğe sahip tek şehir, İzmir’i... Seyrediyordu.
***
Ağır ağır karardı hava. Kavuniçi top gibi gömüldü körfeze güneş, usuuul usul... Nif’te, kendisi için hazırlanan bağevine gitti. Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağevine... Etrafında, Celal Bayar’ın “Galip Hoca” lakabıyla dağlarda örgütlediği efeler... Yorgundu. Yemek getirdiler. Yemedi. Cıgara çıkardı. Kahve istedi. “Biliyor musun İsmet” dedi... “Bir rüya görmüş gibiyim.”
Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya... Sona ermişti.
***
Taa ki... AKP’nin ilahiyatçı mebusu İhsan Şener, TBMM çatısı altında, “biliyor musunuz” diye başlayıp, “Yunanlıların Türklerle savaşı yok. Bütün şehitlikler temsili” diyene kadar.
Yasu vre!
Yılmaz Özdil / Hürriyet
Obama’nın sağ kolu Joe Biden tavsiye etmiş:
“Atatürk’ten hepimiz ilham almalıyız.”
Valla biz ilhamdan vazgeçtik intikam almaya çalışılmasın yeter...
Haldun Ertem