Türkiye Kemik Haritası

Sylvester görmüş Tweety tonunda (bu fazla sevimli oldu, kedi görmüş çomara mı benzetsek) haykırıyorlardı:“Bir kemik gördüm sanki... Evet, evet bir kemik!..”
Adını koymuşlardı: Kürt kemikleri
Aralarında Sevil Atasoy’a taş çıkartacak seviyede uzmanlaşanlar vardı; hiiiç öyle Adli Tıp incelemesine de gerek duymadan bir bakışta kemik sahiplerinin kim tarafından ve nasıl öldürüldüğünü (eceliyle ölmüş olma ihtimali de yok yani) buluyorlardı: “JİTEM karargâhının bahçesine, ‘bizden kimse hesap soramaz “ pervasızlığı ile gömüldüler. O kafatasları, o kemikler Asurlulara ait değil. Onlar bizim insanlarımızın, bizim acılarımızın yürek burkan belgeleri... ”
Muhabirlerini neredeyse “kemik başı ücret”le çalıştırdığını düşündüğüm Genel Yayın Yönetmeni şunu soruyordu: “Kaç kafatası bir manşet eder?”
“Aman Allah’ım!” diyordu; “Binanın etrafından kafatasları ve insan kemikleri çıkıyor. Korkunç bir hadise! Kadim medyada ise tık yok.”
Haliyle günlerce gazetesinin manşetinden kemik fışkıran bu beyefendiye düşer cevaplaması: Tıklayan ellerine ne oldu? Kaç yıllık kafatası bir manşet eder?
Öyle ya günlerce “kemik peşinde” koşan bir gazetenin, haftalarca okuyucusunun zihnini hayali senaryolar, önyargılarla bulandırdıktan sonra, en azından “pardon” deyip “gerçeği” iletmesi gerekmez mi: “Kemikler 1990’lara ait değilmiş, en az 100 yıllıkmış. “JİTEM tarafından öldürülen Kürtler”e ait değilmiş ve aralarında farklı hayvanlardan kalıntı olanlar da varmış...”
“Kemik efsanesi” başladığı gibi manşette bitirilmeyi hak etmedi mi? Öyleyse niye, millete okutmamak istenircesine arka sayfalara gizlendi?

***


Gerçekle yüzleşmekten böyle köşe bucak kaçıyor olmalarını ağır bir travmanın işareti sayıyorum.
Üzülmeyin arkadaşlar, Allah’tan ümit kesilmez... Diyarbakır olmadıysa başka bir yerden çıkar belki ağzınıza ay pardon kaleminize layık birkaç kemik parçası. Anadolu gibi “bereketli” bir coğrafyada, “toprak ana” size karşı hep cimri olacak değil ya. Gördüğünüz höyüğe dalın derim ben!
Mesela Sakarya nehriyle Porsuk Çayı arasında var bir tane. Dev bir höyük; Gordion... Friglere kadar envai çeşit kemik bulursunuz orada... Gediz vadisi de iyidir... Gerçi Lidyalıların kemikleri diye İyonyalılar da çıkabilir karşınıza ama “bilim dünyası” er geç kim olduğunu belirler! Sizin gibi kazıp kazıp da aradığını bulamayan “Fırtına Tanrısı”nın lanetinden korkmuyorsanız Kültepe’yi, Boğzaköy’ü kazın, Hitit kemikleri çıkar belki bahtınıza! Kar-kış gönlüm elvermiyor ya “kemiksiz yapamam” diyorsanız Van’daki Mağara Tapınağı etrafında bir iki turlayın bakalım; Urartular’dan kalma (dondurucu soğukta az deforme olmuş kaliteli cinsinden) kemik bulursunuz belki...
Zaman dediğin su misali, yarın bir gün seçim çalacak kapınızı, “milliyetçi seçmen” için de bir kemik paketi istersiniz siz şimdi. Çanakkale’den başlayın derim; milimetrekare başına kaç şehidin kafatası düşüyordur...
Diyarbakır’da olmadı, belki İstanbul surdibi olur diyeceğim ama, korkarım ki orada da bir dönem İstanbul’da kesilen bütün at ve eşeklerin kemiklerinden fazlası çıkmaz karşınıza... Ağır gelebilir bir kere daha aynı travma!
Yarabbim sen koru ne fena şey kemik bağımlığı... Hani olur ya yolsuz kalırsınız, kriz hazırlıksız yakalar, soğuk soğuk terleme, titreme başlar; “kemiiiik” diye inlemeler başgösterir... Yapacak bir şey yok; doğru korsan kasap amca(!)nın arka bahçesine... Belediyeden gizli kestiği (hem sizin istediğiniz gibi cebir izi de olur) hayvanları yıllarca oraya gömdü kendisi... Sizi bu dertten kurtarmaz ama krizi atlatana kadar eşelenirsiniz orada... Çomar biraz huysuzluk yapabilir, eh ona da katlanacaksınız artık sonuçta ortak oluyorsunuz garibimin payına!
Buraya kadar olan kısmı işin şakası da, daha kazma vurulurken, anlayıp dinlemeden kemiğin “soykütüğü”nü yazıp çizenlerin düştüğü durum gösterdi bir gazetenin başına atanmış olmak gazeteci olmak anlamına gelmiyor.




Bakan ağırlaması

TRT Haber, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ağırlıyor. Bayağı, bildiğiniz ağırlama... Bir “Efendim, rahatınız, keyfiniz yerinde mi, bir bel yastığı da verelim mi” demedikleri kaldı?
Konuğa özen-ihtimam iyi de, Davutoğlu keyif yapmak istese TRT stüdyosunu değil bir kaplıcayı filan tercih ederdi herhalde... Sizin işiniz -eğer Genel Müdürünüz İbrahim Şahin’in iddia ettiği gibi habercilikte emsallerinize sıkı bir rakip haline gelmek ve hatta hepsini geçmek niyetindeyseniz- karşınızdakine rahat, mutlu, huzurlu saatler geçirtmeye çalışmak değil halkı doğru bilgilendirmek için yeri geldiğinde konuğunuzu rahatsız edebilecek soruları da yöneltmek kendisine.
Ama nerdeee!..
Ahmet Böken, İçişleri Bakanı’nın Hocalı Mitingi’ne katılmasıyla ilgili bir soru soracak, kıvranmaktan helak oldu:
“Efendim, tabii, aslında, Bakan Bey oraya haklı bir şey için katıldı ama...”
Madem biliyorsan niye soruyorsun, ki zaten soru değil bu... Sen “neden oldu, nasıl oldu” diye sor, konuğun cevaplasın, “haklı mı-haksız mı” bırak da ona izleyen karar versin...




Salih Memecan, Ergun Babahan ve Deniz Ergülen’den oluşan Medya Derneği heyeti basın
özgürlüğü konusunda çalışma yapmak üzere ABD’ye gitmiş. Özgürlük bekleyen gazeteciler Silivri’de olduğuna göre, yolu mu şaşırdılar acaba!



BASINDAN SEÇMELER


“Balans Ayarı” ABD’li generale ait

12 Eylül olduğunda ABD Başkanı Jimmy Carter opera izliyordu. CIA yetkilisi, darbe haberini, Carter’ın kulağına “Bizim çocuklar başardı!” diye fısıldayarak vermişti.
O günden sonra “Bizim Çocuklar” ifadesi 12 Eylül’ün sembolü oldu.
28 Şubat’ın sembol ifadesi ise “Balans Ayarı”ydı.
Tesadüfe bakın ki; Sincan’da tanklar yürürken de, Çevik Bir Amerika’daydı.
“Tankların yürüdüğü haberi” gelince 28 Şubat ile özdeşleşen o meşhur cümlesini söylemiş ve “Demokrasiye Balans Ayarı yaptık” demişti.
Peki “Balans Ayarı” ifadesi gerçekten Çevik Bir’e mi aitti?
Hayır...
Çevik Bir Washington’da Balo’daydı.
(Hatırlayalım, Jimmy Carter da operadaydı)
Washington’da, Türk Amerikan Konseyi’nin kapanış balosuna katılmıştı.
Kendisine, Pentagon yetkilisi üst düzey Amerikalı bir general eşlik ediyordu.
Yaver’i “Sincan’da tanklar yürümüş” notunu ilettiğinde Çevik Bir, yanındaki ABD’li generale dönmüş, “Şimdi gazeteciler bunu sorar. Ne desek acaba?” demişti.
Amerikalı General de meslektaşı Çevik Bir’e yardımını esirgememiş ve “Sayın General Balans ayarı yaptık diyebilirsiniz” önerisinde bulunmuştu.
Balo çıkışı, beklendiği gibi bütün gazeteciler “Sincan’daki Tankları” sormuş, Çevik Paşa da, “Demokrasiye balans ayarı yaptık” deyivermişti.
Bu olayın tanığı bizzat o baloda olan Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey bir bürokratıydı. Bu isim daha sonra MHP’den milletvekili oldu. Babası da ünlü bir politikacıydı.
Bu ayrıntı gösteriyor ki; Türkiye’de sadece darbelerin değil, darbelerle özdeşleşen cümlelerin patenti bile Amerikalılara ait.
Mustafa Yılmaz / Milli Gazete




ABD Kongresi’nin raporuna göre Abdullah Gül “yumuşatıcı güç” müş.
Nasıl yani?
Vernel gibi mi!
Fahrettin Fidan




Zulmüyle geçmişe rahmet okutuyor

Başbakan, övündüğü “kin”inin esiri olmuş, tarihte yaşıyor...
Necip Fazıl şiirleri okuyup, kendi “dindar gençliğini” , “kin sahibi” olmaya davet ediyor!
Dersim’den, İstiklal Mahkemeleri’nden söz edip, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkan, Atatürk’ün öldürülmesi için fetva veren İskilipli Atıf’ın uğradığı (!) büyük haksızlığı anlatıyor... Onu kahramanlaştırıp adını, bir hastaneye vermekle övünüyor...
Ama... Bugünkü fiziki ve psikolojik işkencenin, polis şiddetinin, baskının, haksız tutuklamaların ve yargılamaların, sözünü etmeyi bırakın; varlığını bile reddediyor...
Başbakan istediği kadar kahramanlaştırmaya çalışsın, Necip Fazıl’dan bir değil bin şiir okusun, İngiliz işbirlikçisi İskilip Atıf’ın adını bir hastaneye değil, yüzlerce meydana versin; gerçek değişmez:
Bugün yapılan zulüm; geçmiştekilere rahmet okutuyor!
Rica etsem bu zulmü de bir Meclis Grup Toplantısı’nda dile getirmeyi düşünür mü?
Mustafa Mutlu / Vatan




Sen ne yapıyorsun böyle doktor!..

Benim sarı piknik buzluğumdan var ellerinde, hastabakıcı giysili adamlar hızla koşuyorlar merdivenlerden... Arkalarında kameraman ordusu... Bacaklar gidiyor... Kollar geliyor...
Haberler var gazetelerde:
“Böbrek yanlış hastaya gitti...”
“Kollar karıştı...”
“Bacağı düşürdüler...”
Yüz takılan hasta, aynayı alıp kendi yüzüne bakamadan, medyayı içeriye doldurup Türkiye’ye gösterdiler... Doktor, “Çok mutlu ama şimdi gülemiyor, altı ay sonra gülecek” diyordu...
Bir kız, “Yüz babamın, ondan bana kalan bir parça” diye ağlıyor kapıda...
Bir insana kol takıyorlar... Ertesi gün geri alıyorlar kolu... Kendisinin değildi zaten “kolum gitti” diyemiyor...
İkinci haber: “Ayağını da geri aldılar...”
Ve son haber: “Dayanamadı, öldü Şevket...”
O zaman bir başka kadın ağlıyor: “O eller oğlumun elleriydi, uymadıysa çöpe atmasınlar...”
İnsanlar, iyi ile kötü arasına sıkışmış, kendi ellerini okşayıp, ayaklarını yoklayıp, gidip aynada kendi yüzlerine bakıp çıkmak istiyorlar karmaşık duyguların içinden...
Önemli bir iş yapıyor aslında doktor...
İnsanlara yaşamlarını geri vermek için çabalıyor... İnsanlığa hizmet... Kutsal...

***


Ama böyle ilkel ve kötü görüntülerle olmak zorunda mı?..
Görgüsüzce...
Duygulara saygısız...
Özensiz...
Reyting yarışında olan televizyonlarla, reklam peşinde olan doktorların yarışı mıdır bu kollar, bacaklar, yüzler?..
Böyle midir tıp?..
Bekir Coşkun / Cumhuriyet

Yazarın Diğer Yazıları