Türkeş’in rüyası...
Bak yine oldu;
Arada bir -şu günlerde sıkça- Erdoğan kaçıyor içine sanki:
“Eyyy Bahçeli...”
İzleyenleri/dinleyenleri bir gülme alıyor tabii; de bozuntuya veremiyor hiçbiri. Eh parti disiplini;
Buyur “Hoca”m dinliyoruz seni:
“Ey Bahçeli, ister zulüm Dersim’de yapılsın, ister senin öncü bildiklerine tabutluklarda yapılsın, biz karşı çıkarız. Ey Bahçeli asıl sizin Türkeş’ten özür dilemeniz gerekir.
(...)
Kazım Alöç... 3 Mayıs 1944... Onları itham ederken şöyle diyor; ’bunların vatan hainlikleri tescil olunmuş, bunlara zulüm ettiğimizi iddia edenlere söylüyorum diyor, ’bunları herhalde Pera Palas’ta ağırlayacak değildik, bunlara zulüm yapılmıştır ve yapılmaya devam edilecektir’diyor.
(...)
Mustafa Pehlivanoğlu’nu idam edenler, ’devlete isyan etti’diye idam edenler, haklı bir gerekçe olarak bunu takdim edebilirler mi 12 Eylül’de?”
***
Damar tamam da bu doz kana karışmaz Hocam!
Elinde Mustafa’nın idam sehpasına çıkmadan önce kaleme aldığı mektup; ağlamaktan konuşamamalar, hıçkırıklar, “aaah Mamak’ın dili olsa”lar; referandum sürecinde selefin, ülkücülerin kabuk bağlamasına izin verilmeyen yaralarını kanırtma eşiğini hayli yükseltmişti! Güdük kaldı şimdi seninki!
Hem...
“Sonra” yaşananları unutmamıştır herhalde kimse:
Bay selef, ülkücülerin “yumuşak karnı”na, duygusallıklarına astığı köprüyü geçti. Ve...
“Gencecik yaşında haksız bir şekilde idam edilen Mustafa’nın ‘Allah’tan bulurlar’dediği gün işte 12 Eylül 2010 günüdür” vaadi hiç dile gelmemiş gibi, 13 Eylül itibarıyla “benim ülkücü kardeşim” ağzı değişti.
Kafka’nınkini solladı metamorfoz:
“Köpekçi”ydi “ülkücü” nün yeni -yine aslında- ismi:
“Kafatasçı”, “ırkçı”, “mafya bozuntusu”, “it-kopuk”, “hayvan”, “şerefsiz” ve de kusur mu kalsınlar yani;
“Benim ülkücü kardeşim” , “terörist” oluverdi.
-İnsanoğlu bu, çiğ süt emmiş derler, “eski”si, “bağımsız”ı bilmem nesi, bin çeşidi “üretildi” büyük konuşmak da istemem ama- bu saatten sonra- bu yeme gelmez; av olmaz Türk Milliyetçileri sana!
***
Türkçüler, evet 1944’te aklın alamayacağı işkencelerden geçirildi;
Kemikleri kırılana kadar dövüldüler, beton içine oyulan kırk santim enindeki tabutluklara diri diri gömüldüler; tepelerinde 500’er mumluk üç ampul, aç susuz, açık lağım geçen hücrelerde, pislik içinde, taharetten bile mahrum bırakıldılar... “Engizisyon”dan beterdi reva görülenler.
Evet “gaddarlıkta Nemrut’a, Neron’a, Dahhak’a, Asurbanipal’e bile taş çıkartacak kadar hırslıydı Sıkıyönetim savcısı Kazım Alöç” onlara karşı.
Ve evet Türkeş, bu zulmü takiben “Milli Şef”i; İsmet İnönü’yü çok suçladı;
Öngörüsüzlükle, ihtiraslı olmakla, hatta diktatörlükle!
Ve fakat asla İnönü üzerinden, “tek parti dönemi” üzerinden Cumhuriyet’e saldırmadı. “İktidar” ların suçlarını “devlet”e yıkıp, “devlet”i yıkmaya kalkışmadı!
***
Davutoğlu’nun, Türkeş’in uğradığı zulme dair söylediklerinin eksiği yok fazlası var:
Sadece 1944’te değil ki;
27 Mayıs 1960...
Sürgüne yollandı: 2.5 yıl.
Dönünce tutuklandı: 4 ay tutuklu kaldı.
İdamı istendi.
12 Eylül 1980...
İdamla yargılandı.
5 yıla yakın tutuklu kaldı.
İşkencenin biri bin paraydı.
Siyaset yapması yasaklandı.
Evet o da “darbecileri” suçladı;
Ama “Türk ordusu” itibarsızlaştırma fırsatı saymadı.
“Kan davası” başlatmadı; “kindar nesiller” yetiştirmedi devlete ve onun garantisi olan “kalelerine” karşı!
Onun idamla yargılanırken, yargısız infaz edilirken bile temel itirazı; “Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesi olan Türk Milliyetçiliğinin sanık sandalyesine oturtulmasına”ydı.
“Doğumunun 100. Yılında Atatürk ve Atatürkçülüğün dava edilmesine” ydi.
Bunun “gelecekte devlet düşmanları tarafından kullanılabileceği kaygısını” taşıyordu çünkü.
“Türk devlet hayatında ölümcül bir yara” açtıklarını düşünüyordu.
Sen şimdi pansuman mı yapıyorsun, mikrobunu mu temizliyorsun o yaranın ki Türkeş’ten medet umuyorsun.
Elinde neşter, “Türk devlet hayatının yaraları” millet hayatına da sıçrasın, kangren olsun kolumuz, bacağımız diye uğraşırken adeta, Türkeş’in “Bahçeli’nin kabusu” olmasını diliyorsun ya...
Hiç merak ettin mi acaba, o -Türkeş- ne görürdü rüyasında?
Kendi anlatsın:
“Çoğu Zaman Rüyama Girerler. Sanki Geçit Resmi Yapar Gibi Gözlerimin Önünden Geçerler. Oruç Reis ile Kolkola Yürür Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen, Erdem Arabacı, Ercüment Yahnici Ve Gün Sazak Gibi Şehitler...
Uykularım Kaçar. Kalkar Cenab-ı Hakka Sığınır, Ruhları İçin Dualar Okurum. Ercüment’im Gelir Aklıma Mezar Bile Dar Gelmişti Yavruma, Mezara Sığmamıştı. Onların Ruhları Bizim Varlığımızın Teminatıdır. Allah Hepsinden Razı Olsun, Mekanları Cennet Olsun.”
Yor bakalım bu rüyayı;
Türkeş’in ruhu, birinin rüyalarına musallat olacak olsa bu çocukların uğruna şehadete erdikleri Türk Milliyetçiliği’ni ayaklar altına alanları mı seçerdi, kendi “öz kardeşi”ni mi?
Doğru; 3 Mayıs da ille 12 Eylül de çok ezdi milliyetçileri. “Ulusçulukla hesaplaşma vakti” diyen sen peki; el üstünde mi tuttun sanki?