Türk üniversitesine dair...

Sokağa çıkıp ortalama vatandaşa “özgürlüğü en çok hangi kurumla yan yana getirebiliyorsunuz?” sorusunu yöneltsek acaba kaçından “üniversite” cevabı alabiliriz.

Sonuçtan şüphelisiniz, peki neden? Halbuki üniversite özgür düşüncenin kanat çırptığı mekanlar değil midir?

Bir dostum Türk üniversitesini tanımlarken “kölelik düzeni” tespitini yapmıştı. Bu iddialı tespite katılmayacak “ideal” üniversite hocaları aramızda çokçadır ve ihtimal onlar tarafından tekfir edilecek bir tanımlamadır “kölelik düzeni”. “Tekfir”, evet üniversiteyi tanımlayan anahtar kelimelerimizden biri de bu.

Bir ülkede okuryazar sınıfından askere, fırındaki işçiden üniversite hocasına kadar herkes “n’olacak bu YÖK?” diye soruyorsa ortada ciddi bir sorun vardır. Ve sorunun öznesi bu sorunun merkezidir.

Eğer bugün Orta Çağ’ın “Studium Generale”sini veya üçyüz yıl öncenin Dar-ul Fûnun’unu özleyen bir halet-i ruhiye içindeysek, sorunun muhatabı elini başının arasına alıp “tefekkür” etmelidir. Bence mesele öncelikle “tefekkür” meseledir, “amel” bu tefekkürün sonucu olmalıdır.

Kanaatim odur ki, problem tarih boyunca “amel”i “tefekkür”ün üzerine koyuşumuzdan kaynaklanıyor. “Asker-Millet”in ilmi askeri bir ameliye zannetmesini de bunun yanına koyabiliriz. Öyle ki bu memleketin “asker” gibi akademisyenleri kışlalarda eğitime tabi tutulup, sipariş anayasalar hazırlamışlardı.

İşi sadece askerlere yıkmak haksızlık olur. Sadece bu dönem değil evvelden beri üniversitemiz için siyasi iktidarların/partilerin “referans” mektupları “akademik cv”lerden daha makbul değerlendirme araçlarından biri olmamış mıdır?

Üniversite her şeyden önce bir “ilim” merkezidir, politik veya “bürokratik” bir merkez değil. İlim ise “özgür” düşünce ile hayat bulur. Türk Üniversitesi’ndeki bu ilmi kifayetsizliğin sebebi, sıradan vatandaşın bile tespit edebildiği “özgürlük kıtlığı”, kendini “bürokrat” sanan öğretim üyeleri ve siyasi müdahalelerden mütevellittir desek abartmış mı oluruz?

Üniversitenin muzdarip olduğu özgürlük kıtlığını tespit etmek için geniş çaplı araştırmaya gerek yok. Üniversitelerde “geleneksel” hale gelen uygulamalara, her dönem isimleri değişse de varlığını “ısrarla” muhafaza eden mağdurin taifesine, akademik ilerlemelerdeki “keyfiliğe”, öğretim elemanının özlük haklarındaki “kırılgan” yapıya, üst/ast ilişkilerindeki “askeri” nizama, kurum içi entrikalara kulak kabartmak yeterli.

Türk üniversitesi bugün “ikbal” endişesini, ilim derdinin önüne koymuş durumda. İlmin temeli olan “şüphe”, kendisiyle aynı “kalıba” girmeyen meslektaşa yöneltilmiş oka dönüşmüş halde. İlmi “asistanlara”, akademik ilerlemeyi yabancı dile ve politik ilişkiye havale eden bir yapıda “şüphe” doğal olarak her şeyin temeli; bilim dışında.

Bu sistemde hiç sağlam elma yok mu diyenlere, “hem de pek çok!” cevabını gönül rahatlığı içinde verebiliriz. Burada bahsettiğimiz sistemin kendisidir. İdari yönetimdeki keyfilik; suistimale ve kayırmaya müsait sakat yapıdır. İşte bu sakat yapı nedeniyle üniversitelerimiz Araştırma Görevlisi Doçentleri ile dünya literatürüne yeni akademik sınıflar hediye etmekte, garip uygulamaları ile ele güne eğlence malzemesi olmaktadır.

Bugün Türk üniversitesindeki yapının “sakatlığı” üzerinde kahir ekseriyetimizin ittifakı söz konusudur. Bir diğer “ittifakımız” ise bu düzene hepimizin katkı sağladığı olmalıdır.

Meseleye ancak bu kabullerle sağlıklı bir giriş yapabiliriz.

Yazarın Diğer Yazıları