Toplum insanın yüceliğini nasıl anlar
Pek çok değerli okuyucum çeşitli yollarla şu soruda birleştiler. İnsanı unutmuş toplum, insanı nasıl hatırlayacak. Bu hatırlama olmadan insan olmak mümkün mü? Evet bugünkü toplumumuzda en az sorulan hatta hiç sorulmayan soru, ’insan nedir?’ve ’ben insan mıyım?’sorusudur. Yaradan’ın taş, toprak, bitki, hayvan halk etmeyip insan yaratmasının anlamı nedir? Dünyaya Âdem olarak gelen herkes insan mıdır? İnsanımızın yaşamakta olduğu hakikatle, kendi arasına giren yüz kızartıcı bir hayatın çekişmelerine ve her türlü çirkinliklerine batmış olduğu halden sıyrılarak ben insanım diye haykırmasını duymamız mümkün müdür?
Bugün bütün dünya bir kıymetler buhranı yaşıyor. Bu buhranın temelinde “iman bunalımı” var. Hıristiyan dünyası Tanrının üç unsurdan (baba, Hz.İsa ve Ruh-ul Kudüs’ten) meydana geldiğine inanma şeklindeki üçlü tanrı anlayışını, üçleme zincirini kıramıyor. Kilise taassubu bir kara bulut gibi Hıristiyanların düşünce dünyalarını boğuyor.
Müslümanlık ise inandığı Kur’an’ın tek harfi değişmeden günümüze ulaşmıştır. Yüce Peygamberimizin hayatı ise bütün açıklığı ile biliniyor. İslam’ın bu büyük saadeti O’nu madde ile manayı dengelemiş, insanı her ikisine de ezdirmeyen yüce anlayışlı bir din yapıyor. Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Hz.Mevlana’nın, Yunus’un anladığı İslam’a batı dünyasının aydınlarının bir bölümü hayrandır ama Müslümanlara hayran değildir. Kur’an Hıristiyan kapitalizminin, insanı ezen, sistemin kölesi yapan her türlü hükmüne karşıdır. Ancak Müslümanlar ilimde, teknikte dünyanın çok gerisine düşmüştür. Dinin sadece kabuğunda kalan, özünden mahrum Müslüman toplulukları birbirinin boğazını sıkacak haldedir.
İslam dünyasının başta petrol olmak üzere yeraltı servetleri emperyalist devletlerin hâkimiyeti ve sömürüsü altındadır. Adeta Kur’an’da yer alan ilahi beyan: “Allah, kendisini unutanlara, kendisine lazım olanları unutturur” ayeti tecelli etmiştir. Kendi ülkemize bakalım; Boraks yıllardır topraktan çıkarılıyor ve satılıyor. İkinci kademede işlemeyi, katma değeri ülkede bırakmayı hala düşünmüyoruz. Diğer madenler içinde durum bundan farksız. Silopi’nin altı petrol denizi diye haykıranlar ne garip tecelli ya akıl hastanelerinde veya mezarlıklarda istirahata gönderiliyor. Büyük çapta araştırma yapacak beyinleri, ileri teknolojiyi üretecek mühendis kadrolarını nedense hep kazalar yutuyor. AB ile aramızdaki Gümrük Anlaşmasının felaket tablosunu ortaya koyan her partiye mensup milletvekillerinden hiçbirisi, 22.dönem seçimlerinde partilerinin listelerine konulmadı...
Devlet borçlu, vatandaşlar kredi kartları sayesinde bankalara borçlu. Emperyalist merkezler, devlet başını kaldırıp ne oluyor, yeter artık! dediği an kredi musluğunu sıkıyor. Üretmeyen, üretmeyi düşünmeyen sadece tüketen ithalat cenneti olmuş bu topluma “israf etmeyin” ilahi hitabını kim anlatacak. Ama insanımıza insanlığını hatırlatıp insan gibi yaşamasını öğretemediğimiz için yanlışlar zincirine yeni halkalar ekliyoruz. Bu buhranı aşmanın çaresi milli tarihimizde var.
13.asır Anadolu’su inanç sapmalarının, iman buhranının, Moğol istilasından sonra ekonomik sefaletin şiddetle yaşandığı bir coğrafya idi. Hacı Bektaş-ı Veli’nin “edep ya hu” kükreyişi Konya’dan yankılandı. Hz.Mevlana’nın (edep ya hu) karşılığıyla aydınlar ve halk aynı hakikatle örülmeye başlandı.(Edep; eline, diline, beline sahip ol) Bu sahip oluş Yunus’un duru, aydınlık sözleri ile devlet ve cemiyet hayatımızın bulanık ve karışık günlerine bir kurtarıcı ümit ışığı oldu.
Tasavvufun hedefi; insanı kendisinin esaretinden kurtarmaktır. Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu coğrafyasını Hacı Bayram-ı Veli, Hz. Mevlana ve Yunus Emre işte bu ışıklı düşünceyle diriltti. Bu şevk ve iman potası içinde insan harmanlanmaya başlayınca ferdi egoizm, nefsanî kuvvetler, saf, duru bir enerji haline gelince iç tabiatın pençesinden kurtulan insanoğlu kinlerden, hasetten, gurur, intikam gibi yıkıcı ve menfi duygulardan boşalarak bir vicdan cennetinin hürriyetine kavuşmuş oldu. Böylece huzura kavuşan insan verimli olmanın şuuruna erdi. Nitekim her verimli gayretin temelinde huzur ve huzurlu insan vardır. Diğer taraftan gençlerimize inkârı değil, kadir kıymet bilmeyi öğretmeliyiz. Milli edebiyat, tarih, sosyoloji, mantık ve felsefe kültürünü almış genç kadrolar ülkenin geleceğine fevkalade aydınlık şahsiyetler olarak hizmet edeceklerdir. İnsanı görmeyen, düşünmeyen, sadece rakamların büyümesini izleyen bir kalkınma anlayışı ile toplumun insanı yüceltmesi mümkün değildir.
Bu konuda çok değerli eserleri 90 yaşın üzerinde kaleme alan aziz Nazik Erik hocama lütfen hep birlikte sağlık niyâz edelim.