Tecavüzü beklerken
Türkiye, 2011.
Yer Mardin. 13 yaşındaki bir kız çocuğu; N.Ç., “satıldığı” 26 kişinin tecavüzüne uğradı. Yerel mahkeme olayın “küçük kızın rızası”yla gerçekleştiğine hükmetti. Kararın gerekçesi şöyleydi: Direnmedi!
Acaba “direnebilir miydi”? “Adalet”, bu sorunun cevabını arama ihtiyacı bile hissetmeden “tecelli etti(!)”
Küçücük bir kız çocuğunun bedeninin bir tecavüzcü ordusunca “işgali”, geleceğinin “gaspı”, ruhunun “katli” görmezden mi gelinecekti; böyle bir şey olabilir miydi!
Gözler “son bir umut”la Yargıtay’a çevrildi. Yargıtay 14. Ceza Dairesi o umudu da tüketti; yerel mahkemeye hak verdi. 13 yaşındaki kız üzerine çullanan 26 adama karşı sesini yükseltmediyse, “yasaya göre” başına geleceğe “razı” demekti.
***
Türkiye 2011.
Yer bir üniversite amfisi, bir kışla, bir gazete sayfası, bir tarla, bir kaportacı dükkanı, bir mahalle bakkalı, bir cami avlusu, bir holding, bir pazar yeri, bir berber dükkanı, bir düğün yeri, bir cenaze evi... Sen, ben, o; hepimiz N.Ç.’nin haline düşmek üzereyiz şimdi.
Yakındır, hele bir bitsin şu “Yeni Anayasa”, hele bir kursunlar Türk’ün olmayacak olan, Türk Milliyetçiliği ideolojisini temel almayacak olan, Atatürk’ün imzasını taşımayacak olan şu “Yeni Türkiye”yi; tıpkı o küçük kızınki gibi bir “utanç”la özdeşleştirilecek ve anılmaya değer bile görülmeyecek kimliğimiz. “Türk Milleti”yken, “T.M.” oluvereceğiz! Bu nedenle...
“Gel ey halkım sana demokrasi vereceğim” diyen “Yeni Anayasa”cılara karşı sessizliğe gömülmeden önce... “Gel ey güzel kız sana şeker vereceğim” diyenlere kanan o küçük kız çocuğunun hikayesini bir kere daha okuyun; belki de hiç alakası yokmuş gibi duran o trajik olayda bir kıssa gizlidir sizin için de!
***
Nasıl o küçük kız tecavüze uğrarken;
Eli kolu bağlı mıydı?.. Ağzı bantlı mıydı?.. Acaba baliğ miydi aklı; farkında mıydı? sorularıyla ilgilenmedilerse...
Nasıl devletin yaptırım gücünün “aracı” olan hukuk “direnememe” gerekçelerini gözardı ettiyse...
Nasıl tecavüzcüler “yasa uyarınca” tecavüzcü sayılmadı ve küçük kız “razı oluşu”nun gereği olan “ceza”ya çarptırıldıysa...
Yakındır, aynısı gelecek bu milletin de başına!
Felaket tellallığı yapmak istemem ama, kafalarındaki gibi bir “Yeni Anayasa” yaptıklarında, sen “gitti namusum” deyip vatanının ardından ağlasan, başını duvarlara vursan da bakmayacaklar gözünün yaşına!
Bakmadıkları gibi bir de ortak yapacaklar seni suçlarına:
“Bana bu hakkı sen verdin! Sayende, yüzde 90’ın üzerinde temsil hakkına sahibim!”
Dedikleri diyeceklerinin işareti.
O açıldıkça sen canından can verdin; bıçak kemiğe dayandığı gün “istifa” dedin, verdiği cevabı hatırla: “Beni yüzde elliyse bu makama sen getirdin, “evladının canını alacak politikalar yürütme” yetkisini sen verdin, istifamı isteyemezsin!”
Bırak hakkını aramayı, hesap sormayı, tecavüzcünün “azmettiricisi” sayılacaksın belki. Eeen büyük mahkeme hükmünü verecek:
Kendini mağdur sanan sanık ayağa kalk; suçlusun, direnmedin!
Sükut ikrardan gelmez mi; sen başına geleceğe razı geldin!
O küçük kızı “bedeninin satılığa çıkarılması”nın bedelini ödemeye mahkum ettiği gibi, sana da “oyunu satılığa çıkarmanın” bedelini ödetecek işte!
Lakin çok ucuza gitmiş olacaksın be milletim!
Şeker için olmasa bile, pirinç için, bulgur için, sobasız eve kömür, susuz köye çamaşır makinası için teslim olduğun “tecavüzcün” üzerine çullanmadan, “millet” olmanı sağlayan değerleri iğfal etmeden önce “direnmeyi” dene!
Seni korumasız, güçsüz, cılız, savunmasız, çırılçıplak bıraktığından emin “geliyorum” diyen tecavüzcünü bekleme!
Bu baskı ortamında, doğal olarak kendini korumasız hissetsende... Hukukun intikam aracı olduğu yerde doğal olarak kendini savunmasız hissetsende, gücünün onlara yetmeyeceğini düşünsende sesini yükselt ki, 26 kocaman adama karşı yapacak hiçbir şeyi olmadığı halde “direnmemekle” suçlanan o küçük kızın kaderi tekerrür etmesin sende. “Razı geldiğini” düşünmesin hiç kimse!
İtiraz et! Karşı çık! Diren! Çırpın!
“Vekaleti”nin terör örgütünün taleplerinin yasalaştırılması için olmadığını ilan et!
“Vekaleti”nin “millet”i parçalamaya hazırlanan “pençe”nin ruhsatı olmadığını haykır!
“Sen beni kandırdın” de, varlığını sonlandırmaya hazırlananlara zemin hazırlayan sağlayan milli irade diye anılacağına, meşruiyetleri tartışılır olsun attığın çığlıkla!
Delil olsun mahkemede elinde!
Yoksa sen istemesen de; sırf istemediğini göstermedin, gösteremedin diye, Türk bayraklarını kapıp koştuğun o sokaklar var ya; Cumhuriyeti kutlama alanı değil de, Cumhuriyete tecavüz etmeye hazırlananları karşılama yeri olur sana!
Anlayamazsın!
Yandaş medyada KCK çatlağı
FAY HATTINDAKİLER
Muhafazakarı, liberali, ateisti, cemaatçisi; hepsi aynı iktidarın gülü, aynı uçağın bülbülüydüler.
Bugün kendilerine tahsis edilen altın kafes içinde “ah vatanım” demeye meylettiler.
“Vatan”dan ne mi bilirler?
Bilirler bilirler; nereyi “yurt” tuttularsa orası vatanları; para, güç, menfaat, misyon...
Dolayısıyla tek başına sanılan “iktidar” ilk günden beri Kürtçüler, ümmetçiler, manda ve himayecilerin “mozaiği” ile oluşmuş bir “koalisyon”.
Ve o “koalisyon” çatırdıyor şimdi, mozaiğin her bir parçası “kendi kimliği”nin damgası vursun istiyor “yeni devlet stratejisi”ne!
Örtülü tehdit
Şahin Alpay’ın dünkü Zaman’da yazdıklarına bakınca “çatırdama” demek de hafif kalıyor aslında. KCK operasyonları kapsamındaki son tutuklamaların “iktidar içinde iktidar mücadelesi” veren güçlere etkisi “deprem” boyutunda.
İşte Alpay’ın “bu ülke askerî vesayet altında dahi daha özgürdü” imasında bulunduğu yazısındaki manidar hatırlatma:
“Bu sayede radikal İslamcılık gelişme ve başımıza bela olma fırsatı bulamadı; Milli Görüş hareketi içinden sonunda Müslüman demokrat AKP çıktı!”
Alpay’la birlikte Cengiz Çandar, Hasan Cemal ve Ali Bayramoğlu da “KCK operasyonları”na sert tepki gösteren isimler arasında.
Radikal’deki köşesinde AKP’nin “kendisine ‘entelektüel meşruiyet’sağlamış liberal-demokrat ve kimi sol çevreler”in desteğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunan Çandar “Siyasi alanda ‘KCK tutuklamaları’ ve BDP’ye baskı; askeri alanda PKK’nin belini kırmak. ‘Yeni strateji’ bu; bu da, bunun neresi ‘yeni’?” derken “Barzani kartı”nı da hatırlatmaktan geri durmadı:
“Mesut Barzani işbirliği yapmazsa -yapacağı garantisi yok- nasıl, nereye kadar gireceği, girip girmeyeceği belli değil.”
Büşra Ersanlı, Deniz Zarakolu ve Ragıp Zarakolu’nun gözaltına alınmalarını kınayan Hasan Cemal de Milliyet’teki köşesinde “KCK operasyonlarıyla davasının baştan beri demokrasiye, barışa engel oluşturduğunu düşünüyorum” diye yazdı.
Yeni Şafak’taki köşesinde gelişmeleri “garip, tehlikeli ve çarpık” olarak tanımlayan Ali Bayramoğlu “yeni Kürt stratejisi”ni “1990’ların asayiş mantığıyla bugünün koşullarının bir kırması” olarak nitelendirdi.
Şu ana kadar sıraladığımız isimlerin “iktidar içindeki iktidar yarışı”nda ilk günden bu yana “Abdullah Gül’den yana” tavır aldıkları sır değil bu arada!
Dün her ne kadar Ersanlı ve Zarakolu’nun “Terör örgütü üyesi olarak suçlanmalarını sorunlu bulduğunu” yazsa da, Star Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu belli ki yukarıdaki isimlerden ayrı bir düşünce kampında. Karaalioğlu’nun dünkü yazısındaki “Millet açısından PKK bir paralel devlet kurabilsin diye demokratik açılım yapmak kabul edilemez” vurgusu bu açıdan dikkat çekici.
Hedef açılımcılar
Emre(Emrullah) Uslu ile Önder Aytaç’ın Taraf’ta “ortak” köşe yazdıkları dönemde İçişleri Bakanlığı ve emniyete dair ipuçlarını verdikleri “iç çekişme”, Uslu’nun “açılım” ve “açılımcı liberalleri” hedef alan son dönem çıkışlarına bakınca belli ki hâlâ devam ediyor. Üstelik terörle mücadelenin bu kanada devredilmesinden sonra “Kürt sorununun çözüm metodları” var merkezinde. Uslu mesela, KCK operasyonları için “geç bile kalındığı”nı savunuyor ısrarla:
“Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir barış süreci götürülmedi. Devlet bölgeden elini çekerken PKK bölgeye yerleşti. Bu başarıyı da Beşir Atalay’ın hanesine yazsın hükümet. Bu konuda emin yazıyorum zira Beşir Atalay KCK operasyonlarını en az iki yıl erteletmiştir. 2007 yılında yapılması planlanan KCK operasyonları 2009 yılında yapılmıştır ve bu KCK’nın bölgede yerleşip üstünlük kurmasına neden olmuştur.”
Velhasıl “KCK” derin bir fay hattı gibi, geldi oturdu iktidar kalemşorlarının arasına. Bir tarafta “İmralı’dan yana” tavır koyan “Türkiyeli”ler, bir tarafta “din”i kullanıp “ümmet şuuru” yerleştirerek kendilerine alan açmaya çalışanlar, diğer tarafta “girişimci/yatırımcı” patronları için can hıraş bir mücadele veren “Kuzey Irak’la işbirlikçi/Barzanici”ler...
Bakalım kim kazanacak demeye varmıyor dilim; sonuçta üçü de ; al birini vur ötekine!
Anlamaya çalışmak için geç
Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakol ile “yakın dostluğu” olduğunu söyleyen Şahin Alpay, “kefalet” niyetine “Şiddetle en küçük bir ilgisi olmayan, olamayacağını adım gibi bildiğim kimselerin, ”PKK’nın şehir yapılanması“ olarak anılan ve şiddet eylemleri tezgâhlamakla suçlanan KCK ile ilişkilendirilmelerini anlamıyorum” yazmış.
Hakkı, hukuku, adaleti sadece kendi canı yandığı gün hatırlayanlara has bu tip satırlar, “2007 yılından bu yana yüzlerce” şiddetle en küçük bir ilgilisi bulunmayan aydın “insan, varlığı bile kanıtlanamamış” iddia olunan ETÖ “üyeliğinden tutuklanırken aklınız nerdeydi” diye sorma hakkı veriyor bize. Sahi; neydeydi aklınız; vicdanınız, mantığınız?
Yalancı milat...
Lunatik, fırdöndü, yanardöner insanlar gibi, lunatik toplumlar da vardır. Bir gece önce mutlu yatar, sabahı kapkara dünyalara uyanırlar.
İşte o toplumlar, kendilerine her gün yalancı vahalar gibi yalancı milatlar yaratırlar.
Böyle bir sabahta, yeni bir anayasa yapacağız.
Sanmayın ki, o anayasanın yapıldığı akşamın sabahı, dünyanın en mutlu, en adil, en demokratik toplumu olarak uyanacağız.
Bu kafa var ya, bu kafa...
Hani en küçük farklılığa tahammül edemeyen, kendinden başka kimsenin varlığına, farklı hiçbir düşünceye tahammül edemeyen kafa...
İşte onu değiştirmediğin sürece, her gün milat koy, her gün anayasa yap... Kafadaki o sis dağılmadıkça, hiçbir faydası yok....
Ertuğrul Özkök / Hürriyet
Bu düzeye düştü mü teslimiyet?
Kendi kendime mırıldanırım kimi zaman: “Sabahleyin kalkayım...
Kenarı yaldızlı davetiyeyi alayım... Başbakan’ın ‘Medya yöneticileri ve patronları ile düzenlenen yemeğe zat-ı âlinizin de katılmayı kabul buyurmanızı önemle rica ederim... Başbakan...’ yazdığını göreyim...”
Çağırsa, önce Emin Çölaşan’ı arayayım:
“Sana da geldi mi?..”
“Mahkeme celbi mi?..”
“Hayır Başbakan’ın kenarı yaldızlı yemek davetiyesi...”
Diyelim ki çağırdılar gittik...Genel yayın yönetmenleri, yazarlar ve medya patronları eksiksiz oradalar... Koyular içinde sofranın etrafına dizilmişler, teldeki sığırcıklar gibi... Emin’i Aydın Doğan’ın hemen sağ yanına oturturuz, ben Aydın Doğan ile Turgay Ciner arasına oturayım...
*
Başbakan konuştukça ben “Saygılar” anlamında, fren yapmış kum kamyonu gibi öne doğru kapanıp kapanıp doğrulayım:
“Terör noktasında bir bakıyorsunuz manşet atmış, bilmem kaç şehit diye... Şehit olmayan kardeşlerimizin sayısına bir bak bakalım...”
(Saygılar...)
“Şimdi bir bakıyorsun deprem diyor... Yıkılan binaları gösteriyor... Yıkılmayanları bi göster bakalım...”
(Saygılar...)
“Arkasından bir bakıyorsun bayramı engellemişiz, cumhuriyet elden gidiyor diyor... Yav sen önce bir bak bakalım cumhuriyet kaldı mı bayramı olsun?..”
(Saygılar...)
Yazmak için özellikle bekledim. Başbakan’ın medya patronları ve yöneticilerini “yemeğe” çağırmasının etkilerini görmek istedim önce... Etkili oldu... Terör gözükmez olduğu gibi, gitmemiş tankları da sınırı geçirip sınır ötesi operasyon yaptırdılar... Depremdeki beceriksizlik ve rezalet, hüzünlü kurtarma öyküleri ile örtüldü... Cumhuriyet bayramını iktidara rağmen kutlayan yüz binlerce kalabalık televizyonlarda ve gazetelerde gösterilmedi, bayramını milletten sakladılar...
Yazık... Bu düzeye düştü mü teslimiyet?..
Bekir Coşkun / Cumhuriyet