Tahliye de cezamızın bir parçası!
474 günlük tutukluluktan sonra Müyesser Yıldız ilk ziyaretini Yeniçağ’a yaptı...
Gece tahliye haberini alır almaz eşini aradım, ulaşmak mümkün değil tabii. Meşgul tonu vermeyi bırakın, nasıl bir kilitlendiyse artık çalmıyor bile telefonu. Hayır yakın olsa soluğu yanlarında alacağım ama “kilit” İstanbul ve çok uzaktalar bana! Baktım olacak gibi değil, mesaj yağmurunda kaybolur gider sandığım kısacık birkaç satırla aktarmaya çalıştım duygularımı.
Sabah bir telefon:
- Şu anda bütün medyanın peşinde olduğu bir kadın var yanımda; müsaitseniz ilk sizi ziyaret etmek istiyor!
Aylardır ara ara konuşuyorduk Müyesser Yıldız’ın eşiyle; başka biri olmuş tek gecede; coşkulu, cıvıl cıvıl biri!
***
Günün ilk duygusu:
Dirençten, iradeden, inançtan, mücadeleden, akıldan başka demek ki bir de böyle bir anlama geliyormuş Müyesser Yıldız adı:
Vefa!
Bu duygu bizde bir tür “gönül borcu/diyeti” yerine konuşlandırılmış; yanlış.
Dostluğu, sevgiyi sürdürme halidir aslında, devamlı kılma...
Benim gözümde bu duyguyla başladı Yıldız yeni hayatına (yok yahu bu çok açılımcı oldu, hayatının bu yeni sayfasına diyelim biz en iyisi...)
“Günün kadını”, “günün haberi”, “günün kendini kameraların önüne atanı” da olabilirdi ama o “duruşta, duyguda istikrarı” seçti!
Bu nedenle “öncelik hiyeraraşisi” benim için çok değerli.
***
Günün ikinci duygusu:
Önce kucaklaşma faslı...
Da... Sarılmaya kıyamıyor insan; bir minik beden kollarınızın arasında!
Bizim yazıişlerinden Kerem Abi, “O muydu Müyesser Yıldız” diye sordu sayfayı çizerken..
“Evet” dedim...
Hayli dindar olduğundan zordur böyle sözler duymak onun ağzından;
“Bu kadına zulmedeni Allah çarpar” dedi!
(Hukukun çarpmadığını tecrübe eden herkes için aynı demek ki artık havale adresi! Nitekim bizim bugünkü manşetimiz de bu hislerle belirlendi. Milletin gözünden sakındığı evlatlarını kudurmuş köpeklerin önüne atanların, Kandil’dekilerin burnu kanayacak diye ödeleri kopanların, sadece dünkü 8 şehidimizin değil yıllardır iğrenç pazarlık masalarında harcanan binlerce Türk gencinin, askerinin, polisinin, mühendisinin, kaymakamının, öğretmeninin, hemşiresinin canından olmasının sorumluları kimlerse Allah cezalarını versin! Yüzlerce aydını yaşarken öldürmeye dönük, tecrit hücrelerinde, zulümhanelerde rehine biriktiren idari terörün sorumluları kimlerse Allah onları da kahretsin!)
Anladım ki, Müyesser Yıldız bir anlam daha kazandı dünden sonra:
Yüzleşme!
“100 yıllık hesaplaşma tayfası” na karşı sergilediği başı dik, alnı ak duruş var, onu hiç tanımayan birine bile hissettirdiği bu duygunun temelinde!
***
Nedim Şener’lerin tahliye olduğu 375. günden itibaren doğru saydıysam 474 gündür tıkıldığı demir kapılar, soğuk duvarlar ardından tahliye edilmiş... Eşine, oğluna uyandığı ilk sabah... Anlatacak tonla şeyi var, dinleyecekleri. Oğlunu karşısına oturtup sadece dokunabilmenin keyfini sürse yeri... Ama koşar adım girdiği gazetede tahmin edin neydi ilk merak ettiği:
Şehitler!
Günün üçüncü duygusu:
Aidiyet!
“Ben de Kürt kökenliyim, hangi duygu kopmasından bahsediyorlar” diye çıkışıyor, kefene dolanan açılımcılara!
***
Günün dördüncü duygusu:
Ukde!
Nedim Şener de benzer şeyler söylemişti tahliye olduktan sonra. Acı içinde feryat etmişti CNN Türk ekranında: “Müyesser Yıldız eziyet çekiyor resmen ve kadın üşüyor, ben nasıl sevineyim çıktığıma. Başka bir yere aldır kendini dedim. Kadın tek başına kalıyor.”
Şimdi Müyesser Yıldız’ın kelimeleri aynı buruk tonda.
Odatv Davası’nın diğer tutuklu sanıklarından ayrılışını anlatıyor. Tahliye haberini Silivri yolunda almış. Cezaevi araçları onun kaldığı bloğun önüne geldiğinde, inip diğer bloklara dağılacak olan tutuklularla vedalaşmış. Çıktıktan sonraki ilk yarım saati “kalanlara ağlayarak” geçirmiş.
“Bu tahliye biçimi de bir tür cezalandırma aslında” diyor...
Bir bir bırakıyorlar; her tahliyede biz ögürleştiklerini zannederken, onlar içeriye daha çok bağlanıyorlar; kolay mı bir parçalarını orada bırakıyorlar!
Kalanlar kendileri tahliye olmuş gibi çıkanlar için mutlu, tahliye olanlar kalanlar için azap içinde... Ne tutuklu tam tutuklu, ne hür hürriyeti hissedebiliyor iliklerinde. Belli ki onları en çok yıpratan bu “yarım kalma” hali.
***
En ucube durum...
Neden tutuklandığını bilmediği gibi neden tahliye edildiğini de bilmemesi. Sorusu net:
“Ne değişti?”
Uğur hakkındaki karar şöyle:
“Sanık Müyesser UĞUR’un üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, tutuklulukta geçen süreleri nazara alınarak tahliye talebinin KABULÜ ile, sanığın BİHAKKIN TAHLİYESİNE..”
“İyi de” diyor “Benim durumum 100 gün önce de buydu. Delil durumunda, suç vasfında hiçbir değişiklik olmadı ki, niye 100 gün önce tahliye edilmedim de şimdi?”
Tezgahı kuranların herkese biçtikleri bir zaman olduğuna inanıyor; her biri peşinen kesilen cezalarını çekiyor!
***
Bu arada bir garip mutluluk yaşamış tahliyesi sonrasında; Adalet Bakanlığı esirgedi ama aylarca beklediği kedi cezaevi çıkışında Silivri’de oturdukları çay bahçesinde kendi ayaklarıyla gelmiş Yıldız’ın kucağına!
İlahi adalet diyemiyoruz belki ama “ilahi armağan” mı desek adına!
***
Müyesser Yıldız konuşurken eşi ve oğlu gazete manşetlerine bakıyor... Gözaltına alındığı vakit koca puntolarla haberini verenler hiç şaşırtıcı olmayan biçimde tahliyesini görmezden gelmişler!
***
En çok özlediği simitti ya... Çayın yanında simit ikram ettik Yıldız’a; onca hasrete rağmen boğazından geçmedi; bir ısırık aldı o da hatır için işte...
***
Garip, dağınık bir yazı oldu galiba...
Ben bugün fazla duygusalım
affola...
Şu kadarını müjdeleyerek bitirelim devamı başka zamana:
Susmuyor Müyesser Yıldız, konuşuyor ve daha çok konuşmayı planlıyor. Durmuyor; yazıyor ve daha çok yazmayı planlıyor. Hasretini çeken ailesi “tatil” diyor o “Hayır, uyandırılacak bir toplum, kurtarılacak bir vatan var” diye karşılık veriyor...
Önce bir anacığını görsün...
Gitsin “dişi kuş” olarak, bir yıldan fazladır iki erkeğe emanet olan evini derleyip toplasın, heyacanla anlattığı yeni kitabını tamamlasın, biz daha çoook konuşuruz nasıl olsa...
Anladınız sanırım:
Günün son iki duygusu:
Umut ve kararlılık demek Müyesser Yıldız biraz da!
Çağlayan’da vicdan
Odatv duruşmasında Müyesser Yıldız tahliye oldu... Yalçın Küçük, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Hanefi Avcı üç ay daha hapisteler... Sebep? TÜBİTAK’tan 97 gün önce istenen bilirkişi raporunun gelmemesi...
Mahkeme Başkanı Mehmet Ekici, “4 - 5 kez telefonla, bir kez de yazıyla istedik, duruşmaya gelsin dedik ama gelmedi.” diyor... TÜBİTAK o raporu neden bir türlü göndermiyor? “İşimiz çok” mazeret değil. Belli ki raporu birileri engelliyor? Üç üniversitenin “kanıtlar virüslü” raporu var. Onlar neden yetmiyor?
Ey vicdan... Nerelerde kaldın? Neden sesin hiç çıkmıyor?
Melih Aşık / Milliyet
ENGİZİSYON ZEBANİLERİ
Kur’an, insanoğlunun Allah’a din öğretmeye kalkacağını haber vermektedir. (Hucurat, 16) Allah’a din öğretmeye kalkanlar, yine Kur’an’ın deyimiyle ‘şürekâ’ (Allah’a ortak koşulanlar) denen eşyayı ve insanları kullanır. Şirk işte budur. Şürekâcılığın Allah’a din öğretmeye kalkmasında kullanılan bahanelerin iki ana başlık altında toplanacağını, tanrısal kitabın verilerine dayanarak söyleyebiliriz.
Birinci bahane şudur: “Kur’an’da her şey yok, sıkıntılar, problemler çıkıyor. Biz de bir şeyler söylemeliyiz.”
Bununla kastedilen nedir? Söylenmek istenen, insanın gayret ve faaliyetiyle yakalayıp ortaya koyacağı değerlerse bunların dinle ilgisi yoktur. Bunların din başlığı altına çekilmesine, bu alana din adına müdahale edilmesine Ku’an zaten karşıdır.
Amaç, Tansıral yapısı içinde dinse, dinin insanlığa vereceği her şey en ince ayrıntılarına kadar Kur’an ‘da verilmiştir. Kur’an bunu açık ve net ifadelerle bize bildiriyor:
“Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.” (En’am, 38)
Eksik bırakılmadığı içindir ki Kur’an, insanın din adına kural üretmesine, vahyin tespitleri dışında helal-haram icat etmesine şiddetle karşı çıkmıştır:
“Bakın şu halinize, Allah’ın size rızık olarak indirdiği şeylerin bir kısmını haram, bir kısmını helal ilan ettiniz. De ki, ‘Böyle bir şey için size Allah mı izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 59)
“Dillerinizin yalan nitelendirmelerine dayanarak, ‘Şu helaldir, şu haramdır’demeyin; sonra yalan sözlerle Allah’a iftira etmiş olursunuz. Yalanlar düzerek Allah’a iftira edenlerin kurtuluşu yoktur.” (Nahl, 116-117)
Allah’a din öğretmeye gerekçe yapılan bahanelerden ikincisi de şudur:
“Kur’an muğlaktır, özettir, anlaşılması zordur, yan kaynaklarla, onu biz anlaşılır hale getireceğiz.”
Bununla amaçlanan, ilim ve düşünce faaliyeti göstererek Kur’an’ın mesajını insanlığa anlatmaksa Kur’an bunu zaten emretmektedir. Ama bu, yazılan kitapların put, getirilen yorumların tabu yapılmasını gerektirmez. Bizim şikayetçi olduğumuz ise bu putlaştırma ve tabulaştırmadır.
Kur’an anlaşılmaz kitap değildir
Müslüman Türk halkına asırlarca Kur’an adı altında Arap harflerinin telaffuzunu öğreten, Kur’an’ın tercüme edilip anlaşılmasını engelleyen ‘Allah ile aldatma kodamanları’ şimdi kalkmış Kur’an’ın anlaşılması zor bir kitap olduğunu söylüyorlar. Okunmadan nasıl anlaşılacaktı behey zalimler!
Kur’an’da onun muğlak, müşkil, anlaşılması zor olduğuna ilişkin bir ima bile yoktur. Bunun tam tersine, Kur’an kendinden ‘mufassal kitap’ yani ayrıntılı, açık seçik bilgi veren kitap diye bahsetmektedir. Ve Hz. Peygamber’den şöyle söylemesi istenmektedir:
“Allah’ın dışında hüküm mercileri, hakem mi arayayım? O Allah ki, kitabını size mufassal olarak indirmiştir.” (En’am, 114)
Kur’an’ın anlaşılmadığı veya zor anlaşıldığı yolundaki iddia açık bir iftiradır. Kim okumuş da anlamamış? Okudular, halka okuttular da mı anlamadılar!
Arapçı-Arapçacı zalimler, Kur’an’ın kendi dilindeki çevirilerini okumak isteyenlerin okumasına izin vermediler. Kur’an yüzyıllardır tozlu raflarda, mezarlıklarda hapsedilmiş haldeydi; onu bu halka Türk diliyle okutan, dünyanın ortak itirafıyla, bu satırların yazarıdır.
Kur’an’ın anlaşılmaz kitap olduğunu söyleyenler, dini tekellerinde tutmak isteyen engizisyon zebanileridir. Allah bunlardan zorlu bir hesap soracaktır. Onların yalanları, Kur’an tarafından aynı surede tam dört kez, hem de yeminle, kendi suratlarına vurulmuştur:
“Yemin olsun ki, biz bu Kur’an’ı düşünülüp öğüt alınması için kolaylaştırmışızdır. Yok mu okuyup öğüt alacak?” (Kamer; 17, 22, 32, 40)
Yaşar Nuri Öztürk / Yurt
İşçiye şahin THY 16 milyon dolarlık zararın hesabını versin
THY yönetimi sen misin hak arayan..
Sen misin işi yavaşlatan dedi 305 kişiyi telefon mesajıyla işten attı.. Ne olursa olsun insani bi durum değil.. Çalışma Bakanı talimatsa talimat geri alın bu işi çözün dedi.. O an THY yönetiminin aklına, şirketin yüzde 51’inin halka açık olduğu geldi..
***
O zaman bu yılın ilk üç ayında neden 16 milyon dolar zarar ettiklerinin de hesabını versinler.. THY’yi yere göğe koyamıyoruz ama acayip zarar ediyor.. Madem yüzde 51’i halka açık şirket bi zahmet Suriye’de bıraktıkları 10 milyon doların da nedenini açıklasınlar.. Müsebbibi kimdir! Halka açık şirket değil mi?
Mehmet Tezkan / Milliyet
Bu ne kin bu ne öfke böyle
Hürriyet’ten Vahap Munyar THY Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu’yu konuşturmuş, işten atılma konusu üzerine.
Yazıyı okurken insanın tüyleri ürperiyor.
Bu kini, bu vicdansızlığı anlamak mümkün değil. Hamdi Topçu diyor ki “İzinsiz eylem yapanları uyardım, bunun cezasız kalmayacağını söyledim, çalışmaları engelleyenleri kamerayla saptadık.”
Yani Yönetim Kurulu Başkanı Bey meğer çalışanları uyarmış, “atarım ha” demiş buna rağmen bir günlük eylem sürmüş. Eh koskoca THY Yönetim Kurulu Başkanı, onun lafının üzerine laf mı söylenir, o da atmış 305 kişiyi. Tazminatsız, ihbarsız.
“Aç kalın da görün gününüzü, anlayın iktidardaki bir adamın sözünü dinlememeyi” demiş. Tabii sadece Hamdi Topçu değil, bütün THY Yönetim Kurulu oy birliği ile “atalım bunları” demiş.
Yani vicdan sorunu bireysel değil, kolektif. Bu arada THY Yönetim Kurulu kimlerden oluşuyor acaba? Geçmişleri, bu sektör hakkındaki bilgi ve becerileri nelerdir?
Örneğin Başkan Hamdi Topçu THY’ye gelmeden önce ne iş yapıyordu? Mali müşavir miydi? Küçük bir şirketteyken dev gibi bir havayolu şirketini yönetecek bilgi ve beceriye sahip olduğunu kim keşfetti? Bu kişi yönetime geldikten sonra THY’nin mali müşavirlik işleri, istifa ettiği şirkete mi verildi?
Bunlar da merak konusu elbette.
Can Ataklı / Vatan