Sovyetlerde çöken komünizmse ABD'de çöken nedir?
Kremlinde oturan kudret elitlerinin devasa Sovyet coğrafyasındaki halkları özgür bırakmak zorunda kalmasını, sosyalistler komünizmin değil, Marksizm’in Rus uygulamasının çöküşü anlamanı geldiğini ileri sürmüşlerdi. Komünizmin emek ile sermaye arasındaki çelişki devam ettiği sürece alternatif olma konumunun da devam edeceğini iddia etmişlerdi. Liberaller ise Sovyetlerde çökenin komünizm olduğunu, zaferinse liberalizm tarafından kazanıldığını ileri sürmüşlerdi. Sovyetlerin çöküşünden komünizmi sorumlu tutan liberaller, Amerikan mali piyasalardaki çöküşü kapitalizm ile ilişkilendirmemeleri ciddi bir iki yüzlülüktür.
Onlar kapitalizmin küresel krizinin kapitalizmin krizi olmadığını ileri sürmektedirler. Onlara göre “kriz kapitalizmin değil bizatihi devletçilik ve müdahaleciliğin krizidir” söylemini dillendirmektedirler. Çözüm olarak da “sıkı kurallar ile piyasaları denetlemek yerine, bilakis piyasaların devlet otoritesinden tamamen bağımsız şekilde yoluna devam etmesine olanak vermek... tek reçete” budur demeye getirmektedirler.
Hatta meydan okuyan bir tavırla “Hangi kapitalizm çöktü?” diye sormaktadırlar. Hatta ABD’nin bile “kapitalist bir ülke olduğunu iddia etme” nin doğru olmadığını ileri sürmektedirler. Sovyet Sosyalizmi için de benzer düşünceleri çocukça ileri sürenler olmuştu. Onlar da Sovyetlerin gerçek anlamda sosyalist bir rejim altında olmadığını orada gerçek anlamda bürokratik bir totalitarizmin bulunduğunu söylemişlerdi.
“Kapitalizm, devletin ekonomik ve siyasal gücünü sınırlandırıldığı, her türlü merkezi müdahaleden arındırılmış ve gönüllülük ilişkisine dayalı serbest ticaret sistemini öngören bir ekonomik düzendir”. ABD için böyle bir durumdan söz edilemeyeceğini ve bu devletin ekonomik sisteminin yeteri kadar serbest olmadığı ileri sürülmektedir. Liberalizmi “içine düştüğü bunalımından daha fazla liberalleşerek kurtarmak mümkündür” demeye getirmektedirler. Bir anlamda onlar herhalde şirketlere daha çok da GEO’larına sınırsız yetki ve girişim serbestisi tanıyarak bunalımın atlatılabileceği ileri sürülmektedir.
Birilerine göre; Sovyetlerin yıkılmasıyla Sovyetlerin komünist, diğerlerine göre de ABD’nin mali krize düşmesiyle de Amerika’nın çok da kapitalist olmadığı (!) ortaya çıkmış oluyor. Bu durumda, sosyalizmi ve kapitalizmi dünyada uygulama alanı bulamamış teorik sistemler olarak kabul etmek mi gerekecektir? Birileri bunca olan bitenden sonra hala piyasanın “Tanrı” olmadığının farkında değildir.
Bu zihniyetin Hegel’in “Tarihin Alaycılığı” dediği bir olguya takıldığını söylemek mümkündür. Engels, 1885’te yazdığı bir mektupta şöyle der: “Devrim yapmakla övünen herkes, ertesi gün ne yaptığının farkında olmadığını, yapılan devrimin yapmak istediklerine hiç de benzemediğini görmüştür. Bu Hegel’in Tarihin alaycılığı diye adlandırdığı şeydir”. Bu, aynı zamanda Lenin’in 1917 Ekim devriminde birden bire öğrendiği de şeydir. Amerikancıların bunu anlamaları için daha uzun bir süreye ihtiyaçları olduğu görülmektedir. Hayal ile reel, teori ile pratik, söylem ile eylemin yüzde yüz örtüştüğünün tarihte bir örneği yoktur. Yani teorik olarak ifade edilen saf komünizm ve saf kapitalizm yoktur! Ancak safça mükemmel dogmalara iman eden müntesipler vardır...
Bir zamanlar devletçiliği her türlü kötülüğün kaynağı olarak ilan edip yerden yere vuranları, şartların zorla getirdiği akıl iklimine örnek yaklaşımlarda vardır. Böyle bir metinde neoliberal bir düşünür şunları yazmak zorunda kalmıştır: “Kapitalizmin mahiyetinde var olan tekelciliğin yaratabileceği toplumsal sakıncaları gidermek üzere gündeme gelmiş olan ” düzenleyici devlet “ ve ” müdahaleci devlet “, ” sosyal (adaletçi) devlet “ gibi tarzların da, serbest piyasacılık ideolojisinin de, kapitalizme alternatif oluşturmadıkları açıktır. Yaşanmakta olan kriz, kapitalizmin dönüşmesine yol açabilir”.
Amerika’nın sosyalizm sonrası hiçbir insanı ve ahlaki ilke gözetmeden her anlamda küreyi denetim altına alma çabası bütün dünyada yeni bir bekleyişe neden olmuştur. Bugün dünyada güç ile hak; beden ile ruh; madde ile maneviyat; manevi otorite ile siyasi otorite arasında sürekli bir denge arayışının hızlanmasının bir nedeni de budur. Kendisini küresel tek güç olarak dünyaya meydan okuyan Amerikanın yöneticileri bu ülkenin bir çeşit “Tanrı Devleti” olduğuna inanmaktadırlar. Amerika’nın yanında olanlar ve teröristlerin yanında olanlar; Musa’dan yana olanlarla Firavundan yana olanlar; özgürlük yanlıları ve karşıtları Amerikan yönetimine hâkim olan söylemlerdir. Amerikan halkının anlayışının da yöneticilerinden çok farklı değildir. 1999 yılında, Newseek dergisi tarafından yapılan bir kamu oyu yoklamasında Amerikalıların yüzde 40’ı yani yüz milyondan fazla kişi “dünyanın İncil’de belirtildiği gibi İsa Mesih ile Deccal arasında gerçekleşecek bir savaşta son bulacağına inanmaktadır”. Başkan Bush bile yıldızların ötesinden dünyayı özgürleştirme görevi aldığını söylemiştir. ABD’de kuruluştan bu yana zihniyet hep aynı kalmıştır. Bu anlamda Amerika’nın istilası sırasında söylenen ’Tanrı, kendi halkına yer açmak için, diğerlerinin yok edilmesini istedi’cümlesi, orada püriten din adamlarınca söylendiğini hatırlamak gerekir. Bir başka Püriten, ’Tanrı, aralarında hastalık yayarak Massachussetts’deki Kızılderililerin sayıları 30 binden üç yüze indirmemizi istedi’demişti. Benjamin Franklin, daha sonra aynı düşünceyi savunacak ve otobiyografisine şöyle yazacaktı: “Yerlilere içirdiğimiz rom içkisi Tanrı’nın bu pislikleri (Kızılderilileri) yeryüzünden kaldırmak için yaptığı planın bir paçasıydı.
Bugün Amerikalı yöneticiler Afganistan, Irak, Filistin ya da İran’ın Müslüman halkına dün püritenlerin kızıl derililere baktıkları gözle bakmadığı söylenebilir mi? Bu onların Manifest Destiny geleneğinin aynen devam ettiğini göstermektedir. Bu geleneğe göre Amerikalılar Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış bir halktır. Dolayısıyla Tanrı tarafından vahşi milletlere uygarlık modeli oluşturmakla görevlendirilmiştir.
Bilindiği gibi bir zamanlar Augustinus insanlık tarihini Tanrı devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da manevi yanının çatışmasının bir tarihi olarak ifade etmişti. Ona göre, yeryüzü devleti iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen, şeytanın krallığıdır. Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve Kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır. Amerikan zihniyeti bugün Amerika devletini ” Tanrı devleti “ne değil, ama dolar Tanrı’sının hâkim olduğu bir plutokrat devlete çevirmiştir.
İnsanın ve insanlığın iflasları oynadığı bu dünyada yabancılaşmanın hangi boyutlara ulaştığını eski borsacı yeni rahip Miskov’un şu sözleri özetliyor: Rahip Miskov ” dünyadaki pek çok insan yedikleri yemeği kazanmadıklarını fark etmiyor, vermeden alıyor. Ancak biri kazandığından daha fazla tüketirse bu bir başkasının açlık çekmesi anlamına gelir. Dolayısıyla hak ettiğinden daha fazla tüketen insanların zaman zaman mali krizden etkilenmesi doğru bir şeydir. Böylece acı çekerek mantığa erişiyorlar. İnsan tarafımızı hızla kaybettik, canavarlaştık “. Mişkov’a göre, ” tüketimi çılgınlık boyutuna taşıyan insanlar bu krizi hak ediyor “.
Amerikalılar soğuk savaş döneminde ” Tanrısız Komünizm “ demeye bayılırlardı. Kendi sistemlerinin farkının da Tanrılı olmasıydı. Üstelik Nagazaki ve Hiroşima kentleri üzerine bir anda yüzbinin üzerinde insanın ölümüne neden olan atom bombasını ” Tanrısız Komünistler “ atmamıştı. Vietnam’da ve Kamboçya’da milyonlarca Tanrısız Komünisti öldüren de onlardı. Bugün Irak’ta bir milyondan fazla insanın ölümüne neden olanda onlar. Her iki sistemin de insanlık sabıkası yönünden birbirinden pek de farkı yoktur.
Her iki ekonomik ve siyasi sistemin de insan için insan tarafından değil; insana rağmen ve insan aleyhine olan uygulamaları ağır basmaktadır. Her iki sistem de ekonomik gücü kutsamaktadır. Her iki sistem de materyalisttir. Yine iki sistem de maddeyi (gücü) zalimleştiren -yani amaç dışı kullanan- özelliklere sahiptir. Birisinin içine düştüğü krizin diğerini akla getirmesi karşıt olmalarından değil ikiz kardeş olmalarından kaynaklanmaktadır. Pozitivist, rasyonalist, materyalist ve seküler içerikli olan iki sistem de Hıristiyan kültürünün yan ürünüdür ve Batılıdır.