Sömürge Dili Olarak Din ve İslam Düşmanlığı (1)
Büyük güçler coğrafyaya hâkim olmak için kültürlere hâkim olmanın bir zorunluluk olduğunun hep farkındaydılar. Uzun süreli hâkimiyet peşinde koşanların hedef olarak inançları almalarının nedeni buydu. Bu yüzden papaz, tacir ve asker hep birlikte dünyanın dini, siyasi, ekonomik ve sosyolojik fethine çıkıyorlardı. Coğrafyayı sömürebilmek için o toprak üzerinde yaşayan halkların sömürülmeye uygun hale getirilmesi gerekiyordu. Bunun için de halkların yaşadığı fiziki coğrafyadan daha çok inanç coğrafyaları hedef yapılmıştır.Kapitalizmin ruhunun Protestanlık olduğunu söyleyenler bir bakıma bu stratejiye katkı sağlamış oluyorlardı. Modernleşme, kalkınma, ilerleme, gelişme, insanileşme ve yükselme kapitalizme bağlıdır.
ABD’nin Sömürge Siyasetinde Dinin Rolü!
Kapitalizm varlığı Hıristiyanlığın bir formunun etkinliği ve yaygınlığıyla ilgilidir. Daha açıkçası onlara göre, çağdaş kapitalizm kaynağını Protestanlığın ruhundan almaktadır. Demek ki bu anlamda sorun modernleşme ve gelişme sorunu değil Protestan ruhuna sahip olmak sorunuydu. Tarihi süreç içerisinde Avrupalı sömürgeciler -bugünde ABD’li neocon’ların yaptığı gibi- kendi gibi inanmayanları kendi gibi inanır hale getirmek için onlarca kanlı savaşa girişmişlerdir. Papaların, Haçlı seferlerini yönetenlerin, sömürge savaşlarının komutanlarının ve büyük kâşiflerin dili hep aynıydı. Günümüzde de tarih aynı düzlemde akmaktadır.
Amerikan yayılmacılığı meşru temellerini “Mesihsel” sözleşmeye dayandırır. Amerikalılarca 19. yüzyılda geliştirilen “Manifest Destiny” (Belirlenmiş Yazgı) teorisinde bu durum açıkça ifade edilmiştir. Buna göre “Amerikan tarihinde yer alan ve Amerikalıların seçilmiş ve kutsanmış bir halk olduğu ve dolaysıyla Tanrı tarafından vahşi milletlere uygarlık modeli oluşturmakla görevlendirildirilmişti.” Bu algı bir çok ABD Başkanın ve düşünürünün yol haritasını belirlemiştir. William Allen White, Mevcut “Dünyada, dünya fatihleri olarak ilerlemek” Anglo-Saksonların “Apaçık Yazgısıdır” Onlar, yazgının, “denizin tüm adalarına sahip olmak” ve kendilerine boyun eğmeyen halkları “ortadan kaldırmak” görevine atadığı seçkin halktır der. A.J. Beveridge, bu anlayışı daha da ileri taşıyarak seçimi yapan “yazgı” değil, doğrudan doğruya “Tanrı” olduğunu söyler. Ona göre, Tanrı Tötonik halkları, “bu dünyanın kaos egemen olan bölgelerinde sistem kuracak olan efendi örgütleyiciler” olarak yaratmıştı. Onlara “Tüm yeryüzü topraklarında gerici güçleri yenecek” gelişme ruhu vermişti.“Vahşi ve bunak halklar” üzerinde etkili bir yönetim gösterebilmeleri için, yönetmekte usta kişiler olarak yaratmıştı. Tüm Töton ırklar içinde Amerikan halkını, “sonunda dünyanın dinçleştirilmesine öncülük etmek üzere” seçilmiş ulus olarak göstermişti. Amerika’nın yüce görevi buydu. Beveridge çeşitli konuşmalarında şöyle diyecektir: “Amerikan Cumhuriyeti, tarihin en üstün ırkının kurduğu bir cumhuriyettir. Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlettir... Bu cumhuriyetin liderleri de yalnızca devlet adamı değil, aynı zamanda Tanrı’nın peygamberleridir”. Bugünkü ABD Başkanı Bush’un ifadelerinde de aynı üslup ve inanç hâkimdir. Başkan Bush “yıldızların ötesinden aldığı ilhamla” yönettiğinden söz etmiştir. Mücadelelerini bir çeşit “Haçlı Seferi” olduğunu da açıkça ifade etmiştir. Başkan Bush; ABD’nin “İslamcı faşistlerle savaş halinde olduğu açıkça görüldü” şeklinde sık sık açıklamalar yapmaktadır.
Dünyada yaşananlar ABD’nin dış politikasında katı ve mutlak dini figürlerin belirleyici olduğunu gösteren kanıtlarla doludur. Edvar Said şöyle der: “Amerika dünyanın alenen en dinsel ülkesidir. Tanrıya yönelik referanslar, bozuk paralardan binalara kadar ulusal hayatta kullanılan ortak deyimler bu minvalde nüfuz eder. Tanrıya çok şükür, Tanrının ülkesi, Tanrı Amerika’yı korusun ve böyle gider.”
Soğuk Savaş Döneminde ABD’nin Stratejisi:
“Komünizme Karşı Din”
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, ABD merkezli geliştirilen “soğuk savaş” stratejisinin 1980’li yıllara kadar olan sürece etkileri İslam dini yönünden irdelenmeye değerdir. 1947’de uygulamaya konan “soğuk savaş” planı, SSCB’nin ekonomik, dini, siyasi ve askeri olarak kuşatılarak etkisizleştirilmesini öngörüyordu.
Türkiye dahil bütün Ortadoğu’nun siyasi, dini ve tarihi yapısı dikkate alınarak, Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılan İslam, “soğuk savaş” sürecinin en önemli ideolojik silahlarından biri oldu. ABD’nin politik stratejisyenlerince belirlenen ve yöneticileri tarafından uygulanmaya konulan ’yeşil kuşak teorisi’temeli de ideolojiye karşı din stratejisine dayanıyordu.
Rusya’daki Amerikan Büyükelçisi 1946’da şunları söylemiştir; “Manevi hayatımızı devlet adamlarından ziyade, büyük din adamlarının kılavuzluğuna borçluyuz... Stalin’i durdurmakla iş bitmez. Tanrı’dan başka efendi tanımayan biz Amerikalılar... Bu mücadelede kullanılacak en meşru silah, manevi bir kuvvet olan dindir... Musa, Buda, Konfiçyus, Muhammed, ayrı ayrı yollardan bizi ışığa çıkardılar. Düşmanımız Komünizm Tanrı’yı inkâr esası üzerine kuruludur. Din, komünist diktatörlüğü yok edecek ilahi kudrete sahiptir...” ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği politikanın merkezinde din faktörü vardır. Dönemin tarihsel özgünlükleri içerisinde oluşturulan politikalarının merkezinde, dünyadaki belli başlı mevcut bütün dinler bulunmaktaydı.
İslam’ın Ayarını Düşürmek
Fuller, “dine başvurma zorunluluğu” adlı değerlendirmesinde şunları söylüyor; “Dünyada hiçbir lider, ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne de Gandi sonsuza kadar yaşayacak ürün vermemişlerdir. Oysa İncil ve Kuran veriyordu. Liderler ölüyor, önce bedenleri, sonra da zaman içinde düşünceleri siliniyordu. Oysa Kur’an ve İncil yaşıyordu...” Brzezinski, SSCB’yekarşı mücadelede İslamcı muhalefetle birlikte hareket edilmesini bir zorunluluk olarak gördüğünü şöyle anlatır: “Bana öyle geliyor ki, şu an en önemli şey Sovyetler’e karşı İslâmi bir ittifak oluşturulmasıdır...” CIA, dini bütünüyle ideolojik mücadelenin en önemli araçlarından birisi haline getirmiştir. Amerikan eski Dışişleri Bakanı Dulles 1956’da Sovyetleri din faktörü ile tehdit etmektedir. “Din ile siyaset birbirinden ayrılmaz. Dünya meselelerini halletmek hususunda seçeceğimiz yol, dini görüştür. Ümit ediyoruz ki Sovyet liderleri iş işten geçmeden Allah fikrine bağlılığın vatanperverliğin beşeri haysiyet ve vakarın daima kalplerde yaşayacağına inansınlar...” Kısacası, ABD’nin devlet politikasının yürütülmesinde ’din’vazgeçilmez bir politik araçtı.
ABD, küresel hâkimiyetinin önünde, İslam dinini en büyük engel olarak görmektedir. Bu nedenle Amerika, İslam dinini alternatif olmaktan çıkarılması ve enerji kaynaklarını denetim altına alınmasını stratejisinin odağına yerleştirmiştir. Bu amaçla bir yandan medeniyetler arası çatışma tezi devreye sokulmuş diğer yandan da İslam ülkeleri arasında medeniyet içi çatışmalar da alabildiğine körüklenmiştir. Bugün Irak’lının Iraklıyı vurması ya da Şii/Sünni çatışmalarının bu tür provokasyonların ürünü olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur.Soğuk Savaş sonrası Amerika, bütün operasyonlarını, projelerini ve kuvvetlerini İslam coğrafyası üzerinde yoğunlaştırmıştır. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi aslında küçük İslam; büyük İsrail Projesi anlamına gelmektedir. Amerikalının nezdinde terörle mücadele de İslam’la mücadeleye eşdeğerdir.
Lake, “Savaşmak için yeni bir düşman ideoloji arayan Amerika’nın hâlihazırdaki tek süper güç olması sebebiyle, İslâm üzerine yeni bir ıslah hamlesinde başı çekmeye kendini odaklaması gerektiği” ni vurgulamıştı. Onlara göre Komünizm sonrası İslam “Batı’ya meydan okuyan ve onun güvenliğini tehdit eden ikinci bir tehlike” dir. Nitekim dinler ya da kültürler arası diyalog bu tür amaçların yan ürünü olarak devreye sokulmuştur. Amaç Müslümanların kafalarının karışmasını sağlamaktır. Diyalog çalışmaları, iki farklı medeniyetin insanlığın ortak iyiliği için bir çıkış yolunun bulunması için değil, bir dinin, yani İslam’ın dönüştürülmesi, Batı’nın hazmedebileceği, kontrol edebileceği bir inanç sistemi haline getirilmesi amacına yönelik olduğu açıktır.
ABD, böyle bir politika ile bölgedeki egemenliğini pekiştirmek istemektedir. Lake, “bizim hedeflerimizin en önemlilerinden olan serbest pazarın oluşumu, demokratik alanın genişlemesi ve kitle imha silahlarının yayılmasına belli sınırlar getirilmesi gibi konularda bizimle tamamen aynı düşünen ılımlı Ortadoğu devletleri kurmaktadır” diyor. Bunun yolu da İslam’ın sulandırmak, ayarını düşürmek ve ılımlı hale getirmekten geçmektedir. Böylece Müslümanlar “vurana elsiz”, soyana dilsiz hale getirilebilecektir.
(Haftaya devam edeceğiz)