Silivri ve son dönemindeki Osmanlı yargısı!
Liman von Sanders, 1913 yılında Türkiye’ye gelir. Osmanlı 1. Kolordusu’nda komutanlık yapar. Birinci Dünya Savaşı sırasında da Genel Müfettiş görev ve yetkilisi olarak çalışır. Türkiye’de kaldığı süre içinde gördüklerini ve yaşadıklarını “Türkiye’de Beş Sene” adlı kitapta anlatır. Liman von Sanders, bu hatıralarında Türkiye’deki adliyenin durumuna ilişkin tespitlerde de bulunur.
Yaklaşık yüz yıl önce Liman von Sanders, Türkiye’deki yargılama ve adliyeye ilişkin olarak şunları yazar: “İçeriye girdiğim zaman tutukluların eşya olarak duvar kenarında bulunan kerevetler üzerinde yatmakta olduklarını gördüm. Tutuklular hep birden etrafımı sardılar ve tercüman vasıtasıyla benim yardımımı talep ettiler. Bunların büyük kısmı, bugüne kadar neden hapsedildiklerini bile kendilerine söylenmediğini ifade ettiler. Diğer bir kısmı da olay mahallinde bulunmadıkları halde, cinayet veya hırsızlıkla itham edildiklerini anlatıyorlardı.
Herhalde bu durum, tamamıyla keyfi ve mesnetsiz bir kanun karşısında bulunduklarını hisseden pek çok zavallı insanın yardım talebiydi.
Tutukluların bağlı bulunduğu Türk askeri adliye memurlarını buraya getirttim ve her tutuklunun neyle suçlandığını bu memurlar huzurunda söyleterek bu adamların hiç olmazsa ifadelerinin niçin alınmadığını sordum. Genellikle aldığım cevap, şahitlerin ve ilgili kişilerin uzak ve muhtelif harp cephelerinde bulunmalarından dolayı tahkikat ve sorgulamaya şimdilik imkân ve mahal olmadığı üzerineydi. Bunun üzerine kendilerine şunu sordum; ’Bu şahitlerin ve ilgililerin en başlıcaları bu sırada, mesela şehit oldularsa ne yapacaksınız’bu soruma hiçbir cevap veremediler.”
İlginç değil midir? Bugün Silivri’de görülen bir davada 1500 tane uydurulmuş delil ortaya çıkmış durumdadır.
Dijital delil, “dijital terör” e dönüşmüş durumdadır. Konuyla ilgili kitaplar yazılıyor, dava ile ilgili olarak üretilmiş sahtelikler CD’lerle ortaya konuyor. Ortaya bir “Engizisyon hukuku” çıktığından söz ediliyor.
Buna rağmen insanlar hâlâ neyle suçlandıklarını tam olarak bilmeden içeride tutuluyorlar.
Genel suçlamalarla yapılan tutuklamalar, deliller toplanamadığı ya da kaçma şüphesi olduğu için tutukluluk hallerinin devamına yönelik verilen kararlar, hukuk adamlarının değil, katı mevzuat adamlarının yapacağı bir iştir.
Bu insanları hapishanede süründürenlerin, onları hukuk ya da demokrasi için değil, bir başka amaç için orada tuttukları hususunda hemen hiç kimsenin kuşkusu yoktur.
Çok açıktır ki Türkiye’de yargılama dahil, olup bitenler, uluslararası sistemin soğuk savaş sonrası tasarımının bir parçasıdır. Siyaset üzerindeki askeri vesayeti kırma adı altında uluslararası sisteme uyumlu bir Türkiye meydana getirme harekatıdır. Bu amaç için Türkiye’de başta muhalefet olmak üzere askeri, adli ve ekonomik yapı tepeden tırnağa dizayn ediliyor. Uluslararası sistem, bu kutsal amacını gerçekleştirmek için her türlü aracı kullanıyor.
İslam ’kem alat ile kemalat’a cevaz vermiyor! Hukuk amaç ne kadar yüce olursa olsun onu elde edebilmek için meşru araç kullanımına izin verir. Bu yüzden işkence ile ya da meşru olmayan yoldan elde edilen kanıtlar delil sayılmıyor!
Amaç için her türlü aracın kullanılmasına izin verilen rejimler totaliterdir. Bunun adı Makyavelizm’dir. Anlamı da amaç için her türlü aracın meşru görülmesidir.
Adalet, hak, hukuk ve eşitlik gibi kavramlar küresel/bölgesel hâkimiyet söz konusu olunca ayrıntı mertebesine iniyor. Unutulmamalıdır ki aynı sistem, Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında da onun için “idam” hükmü vermişti. Bu hüküm, Mustafa Kemal’in Atatürk olmasını engelleyememiştir. Durum bugün de aynıdır.