Sesini çıkartabilecek kimse kaldı mı?..

Balyoz Davası’ndan 16 yıl hüküm giyen Yarbay Yunus Nadi Erkut’tan bir mektup aldım. Erkut’un cezaevinden gönderdiği mektup; “Ben; kamuoyunda Balyoz Davası olarak bilinen dava aracılığıyla, hukuksuzluk ve adaletsizlik cenderesinin içine itilen, dün olduğu gibi bugün de aziz vatanına canını adamış Türk subaylarından biriyim” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor;
“Yaşadığım tüm hukuksuzluklara ve haksızlıklara rağmen moralimden, direnme gücümden hiçbir şey kaybetmedim. Çünkü suçsuzum ve haklıyım. Aksine kendimi daha çok kamçılanmış ve motivasyonu yükselmiş hissediyorum. Yaşadıklarımın; asker kimliğimden çok daha öte, tarihi olarak tanımlanabilecek bugünleri bire bir yaşayan bir vatandaş olarak, halkımızı aydınlatma ve bilinçlendirme konusunda üzerime ayrı bir sorumluluk yüklediğini düşünüyorum. Bu sorumluluk doğrultusunda da cezaevi koşullarında elimden geleni yapmaya çalışıyorum.. Çünkü vatanımı ve bu topraklar üzerinde yaşayan herkesi çok seviyorum. Günümüze ilişkin yarın bana, peki sen ne yaptın diye sorulduğunda, en azından vicdanımın rahat olmasını istiyorum. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın yaklaşımıyla varacağımız nokta, gecenin karanlığında el yordamıyla bulacağımız noktadır.
Yaşadığımız süreçte; bazı gazeteci, siyasetçi, sanatçı ve aydınlardan; kimisi işçi, kimisi çiftçi, kimisi emekli vatandaşlarımızdan gördüğümüz ilgi ve desteği, kendi silah arkadaşlarımızdan ve kurumumuzdan beklediğimiz ölçüde göremedik. Zaten amaçlardan birisi de; bizim üzerimizden geride kalan büyük kitle üzerinde psikolojik baskı yaratmaktı ve bu başarıldı. Ortada sanki bir piyango var.
Bugün geldiğimiz noktada hiç kimse ama hiç kimse, hukukun ve adaletin güvencesi altında değildir. Bir şekilde hedef haline gelen herkes için, hukuk ve adalet çarkı, korumak üzere değil öğütmek üzere dönmeye başlıyor. Ve sonu belli olmayan bir tutukluluk süreci, haklılığı ve suçsuzluğu ispata çalışmakla akıp giden zamanın içinde eriyip gidiyor.”
Yunus Nadi Erkut, dava sürecinde “uğradıkları haksızlıkları” şöyle özetliyor(ana başlıkları ile verebiliyorum);
* Bilirkişi raporu savunmadan saklandı.
* Sanıklar lehine olan resmi yazılar sanık ve avukatlardan saklandı.
* Dijital verilerin yedeklemesi, yani imajın alınması işlemi yapılmadı.
* Hukuka aykırı olarak elde edilen CD’ler delil gösterildi.
* Donanma Komutanlığınca hazırlanan rapor saklandı.
* Savunmanın beyanda bulunma hakkı engellendi.
* Kanuna aykırı olarak bilirkişi atandı.
* Kanunen bilirkişi atanmamış kişiye deliller teslim edildi.
* Görevlendirilmemiş kişiler bilirkişi raporu hazırladı.
* Kanuna uygun olarak atanmayan bilirkişilere yemin ettirildi.
* Soruşturma safhasında görev alan hakimler, mahkeme heyetinde görev aldı.
* Savunmanın taleplerinin tamamına yakını reddedildi.
* Hukuka aykırı olarak arama yapıldı.
* Bilirkişi incelemesi yaptırılmadı.
* Savunmanın tanıkları dinlenmedi.
* Tanık beyanlarına ve mahkemeye gelen resmi yazılara ilişkin savunmaya söz hakkı verilmedi.
* Delillerin değerlendirilmesi safhası uygulanmadı.
* Avukat olmadan duruşma yapıldı.
Yunus Nadi Erkut, mektubunu Alman İlahiyatçı Martin Niemüller’in 1946’daki sözleriyle bitiriyor;
“Naziler, komünistler için geldiklerinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde sesini çıkartacak kimse kalmamıştı.”
İçerideki Yunus Nadi Erkut’larla dışarıdaki bizlerin arasında çok mu fark var?
Kendi ellerimizle yarattığımız ve putlaştırdığımız siyasi ilahlara tapındığımız sürece ne sesimiz ne de soluğumuz çıkar.
Nasıl olsa;
“Gelen ağam, giden paşam” ...
Öyle mi?..
Öyle... Öyle!..

Yazarın Diğer Yazıları