“Savcı mütalaasını savunmaları dinlemeden hazırladı”
Emekli Hava Pilot Tümgeneral Nedim Güngör Kurubaş, Hasdal’dakilerin “dış dünyaya açılan tek penceresi olan 56 metkerakelik havalandırma” da yazmış aşağıdaki satırları...
O da emsalleri gibi “Silivri’de hukuk ve adalet yoktu, kin ve intikam vardı” diyor.
“Karar okunurken “baba” diye feryat ederek kendini kaybeden kız çocuklarının sesinin ömür boyu kulaklarından gitmeyeceğini” söylüyor.
Hikayesi tanıdık:
Balyoz Davası başladığında tümgeneral rütbesinde... Kariyeri ve sicili dolayısıyla korgeneral olmayı beklerken son Askeri Şura’da emekli ediliyor.
Sonrası malum; spor salonundan bozma mahkeme salonunda ilan edilen hüküm:
16 yıl!
***
“Balyoz” da sanık olduğunu “26 Nisan 2011 tarihli günlük gazetelerden” öğreniyor Kurubaş!
Şaka gibi değil mi?
Zaten önce o da böyle düşünüyor. Hatta gülüyor. Tanımadığı birinin evinde bulunan, 8 yıl öncesine ait olduğu iddia edilen bir CD içindeki bir dosyada adı ve soyadı yazdığı için “gerçekten” suçlanabileceğini aklının ucundan geçirmiyor. Darbe yapılacağı iddia edilen zamanda da, “darbe provası” olduğu iddia edilen toplantı sırasında da “TSK Savunma Ataşesi olarak İtalya’da” görev yaptığından, “adli işlemler bittiğinde bu saçmalığın son bulacağı” na inanıyor. 27 Mayıs 2011’de Beşiktaş Adliyesi’nde ifadesini veriyor. Serbest bırakılıyor. Bir ay sonra hakkında yakalama kararı çıkartılıyor ve 4 Temmuz 2011’de tutuklanıyor!
Binlerce sayfalık iddianamede isim araması yapan Kurubaş, bir imzasız dijital dosyada adının yazmasından başka hakkında “hiçbir şey” bulamıyor. 15 dakikalık savunmasında ancak “Tanımadığım bir kişinin evinde bulunan bir flash belleğin içindeki bir dijital veride ismim ve soyadım yazıyor diye beni tutukladınız. Bu verideki iki satırlık yazısının içeriği dahi zaman, mekan ve illiyet bağı açısından gerçekle örtüşmüyor, bunları gerçek belgelerle ispat ediyorum. Ortada bir sahtecilik var. Bir komplo var. Bu dijital veri; birileri tarafından üretilmiş. Tarafsız bir bilirkişiye incelettirelim. Şu veya bu kişileri tanık olarak dinleyelim...” diyebiliyor.
Diğer sanıklar gibi onun da talepleri reddediliyor. Suçlandığı dijital verinin içeriği konusunda, kendisine bir tek soru dahi yöneltilmiyor. Kurubaş “delil değerlendirme” safhasını beklerken, savcı esas hakkındaki mütalaasını okuyor:
“İnceledik. Meğer savcı, mütalaasını, daha sanıkların büyük bir bölümünün sorgulanması bitmeden yazmaya başlamış. Hatta bazı sanıklar savunmasını yapmadan bitirmiş. Dağıttığı mütalaa CD’leri incelendiğinde bu durum basitçe görülüyor. Bu davada hepimiz bilgisayar uzmanı olduk. Çünkü dijital teröre kurban olduk. Savcı mütalaası polis tespit tutanağının birebir kopyası...”
***
Mektubu yazdığı 5 Kasım 2012 günü itibarıyla “Bir kısım medyada görevli savcı ve hakim rolüne soyunmuş haysiyet celladı kimseler ne derlerse desinler, ben adil ve tarafsız bir şekilde yargılandığımı söyleyemeyeceğim” diyor Kurubaş:
“Şu anda Silivri’de esir olarak tutulmaktayım. Eğer subay olmak, general olmak suç değilse; hiçbir suç işlemediğimi haykırıyorum. Suçsuzluğumu tarafsız ve adil bir mahkemede ispat edeceğime eminim. Mektubumu size haksız ve adaletsiz bir biçimde cezaevlerinde betona gömülmüş 324 insandan birinin sessiz çığlığı olarak ulaştırmaya çalışıyorum. Her an uyanmayı bekliyorum. Uyandığımda içinde bulunduğum bu kâbusun sona ereceğini bekliyorum. Bu saçmalık sonlandırılacak ve biri çıkıp özür dileyecek diye bekliyorum...”
Karanlığa terk edilen bir “basın şehidi”
İlhan Egemen Darendelioğlu;
“Sarı Basın Kartı” verildiğine göre devlet de kabul etmişti ki “gazeteci”ydi.
Bizim Anadolu’nun başyazarlığını yaptı.
Cilt cilt kitaplar yazdı.
Uzun soluklu dergicilik zordur; 1954’ten 1979’a kadar Toprak dergisini çıkardı. Belki daha uzun yıllar da çıkaracaktı. Olmadı. 19 Kasım 1979 günü dergiden çıktı. Arabasına binmeye çalışırken çapraz ateş altında kaldı.
Katilleri bulunamadı.
İki gündür birileri bir yerlerden ses verir mi diye bekliyorum. Mesela, tam da usulen de olsa 12 Eylül yargılamalarının yapıldığı şu günlerde, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye’yi 12 Eylül’e sürükleyen belli başlı olaylardan biri olan bu “gazeteci suikastı”na dönük bir etkinlik programlar mı? Meslektaşları, ellerinde dövizler yürüyüşler yapar mı? Yakalarında siyah kurdeleler “faili meçhul” olayın aydınlatılması için TBMM’nin yolunu tutar mı?
Tık yok.
Neden?
Darendelioğlu’nun katlinin Abdi İpekçi’nin, Çetin Emeç’in, Muammer Aksoy’un, Uğur Mumcu’nun, Hrant Dink’inkinden ne farkı var?
“Karanlıklar aydınlatılsın” diyenler suikasta uğrayan diğer gazetecilerden, yazarlardan, aydınlardan farklı olarak onu niye Basın Müzesi’ndeki bir “çerçeve”nin içine gömmeyi tercih ettiler? Neden onu da “canlı” tutmaya, onunla ilgili “hafıza” yaratmaya yeltenmediler?